1 Şubat 2019 Cuma

İntihar Ormanları/ Ezgi Durmuş


  İntihar Ormanları/ Ezgi Durmuş
   Flora Kitap/ 160 sayfa





Ezgi Durmuş, ilk kitabıyla beraber kendisinden ve kitaplarından haberdar olduğum bir kalem. Ancak bu kitap daha bir özel benim için. Bunda, yazarının "aylakmatmazel" isimli Instagram hesabından yaptığı paylaşımlardaki özgünlüğün ve aynı hesap üzerinden bizi de dahil ettiği yazma serüveninin etkisi olduğunu düşünüyorum. Kitabı Ezgi Durmuş için olduğu kadar, benim için de özel yapan bir diğer sebepse kitabın, Durmuş'un kendi yayınevi tarafından yayımlanmış olması. Flora'dan okuduğum ilk kitap olduğu için de özel aynı zamanda tabii. 

Hikaye aslında oldukça düz başlıyor, dil sadelik barındırıyor içinde. Ana karakterimiz Umut, hikayenin sonunu başından söylüyor fakat buna rağmen okumaktan geri kalamıyoruz. Umut'un ağzından söylenen o ki, kitaba para verdiğimiz için ve bedelini ödediğimiz şeyleri kolayca bırakamadığımız için böyle yapıyoruz. Hikaye, sesini kısmayan, kendini sansürlemekten uzak bir karakterin ağzından şekilleniyor anlayacağınız... Diğer yandan, bu kitabın en az Umut kadar sahibi olan kadına, İz'e değinmek istiyorum. 

İz, Umut'un başlangıcı olarak kabul ettiği anda tanıştığı kişi. Aşkı, dostu, yol arkadaşı... Biz doğaya hayran bu çifti, "sen ve ben" olarak değil aksine "biz" olarak görüyoruz. Üstelik öyle tepeden düşme bir "biz" olma hali değil bu, altında bir acı yatıyor. Acı onlardan bağımsız dahil olurken hayatlarına, onlar bu acıyla "biz" oluyor ve o acıya sebep olan olay aralarına yeniden sızdığında ise "biz" olma hali sürebilecek mi okuyoruz. Düşülmesi, kalkılması ve yola devam edilmesi gereken bir yolculuk bu. Okurken onların acısı bizim de acımız çünkü. Bu acının temelindeki soru ise: Bir insan unuttuğunda mı ölür, yoksa unutulduğunda mı? 

Diğer yandan, okurken çok kez şüphelenerek, birinci tekil anlatıcıya duyduğum güveni kaybederek okuduğumu belirtmeliyim. Buna rağmen Umut'un gözünden İz'in hikayesini kazandığımı inanıyorum kendi payıma. Yine de hem Umut'a hem de İz'e omuz olmak ve ortak acıların, hislerin varlığına tutunmak az şey değildi. 

NOT: Okumamın ardından neredeyse bir ay geçtiği için hislerim sıcağı sıcağına yansıyamıyor ama yine de en canlı kalan hislerim bunlar olduğu için uzatmadan birkaç tane alıntı bırakmak istiyorum.

*Yaşama nedenini, varoluş amacını bulamamış insanları nerede görürseniz tanırsınız. Önce hayallerinden, hemen ardından renklerinden vazgeçerler. Solarlar günden güne. Ardından sası bir koku yaymaya başlarlar etrafa. İçinde tuttuklarının, söyleyemeyip sustuklarının, muhatabına kusamadıklarının kokusudur bu; ekşi, nahoş bir koku bu... Ve nihayet zihinlerinden başlayıp bedenlerine yayılan çürüme gerçekleşir. Ölü değillerdir ama yaşıyor da sayamazsınız bu insanları. Sürekli somurtur, yaptıkları işten, oturdukları evden, sahip oldukları her şeyden şikayet eder; sahip olmak istedikleri şeyler için ise en ufak bir çaba dahi göstermezler. Neden göstersinler ki zaten? 

*Haksızsan, sorunu yaratan da sorunu ortadan kaldıracak olan da sensin. Oysa haklıysan, sorunu ortadan kaldıracak tek bir söz için çaresizce bekleyensin. 

4 Eylül 2018 Salı

Ethan Frome/ Edith Wharton


 Ethan Frome/ Edith Wharton
 Çeviri: Taciser Belge
 Helikopter Yayınları/ 118 sayfa






Dürüst olmak gerekirse bu kitabı okumak normal şartlarda aklıma gelmezdi. Gelmezdi derken haberimin dahi olmamasından söz ediyorum. Fakat ne büyük bir kayıp olurmuş böyle bir şey... Rory Gilmore Kitap Kulübü'nün bir buluşmasına ilk defa, Nisan ayı kitabını konuşmak için gitmiştim. Planlandığı gibi gerçekleşseydi yaz buluşması yapılacak ve başka bir kitap konuşulacaktı. Ancak buluşma gerçekleşemeyince bir kitap daha seçildi. İşte o kitap: Ethan Frome. Kitaptan haberdar oluşum ve konusuna daha kitabı edinmeden önce vuruluşum buna dayanıyor. Bu sefer girizgahı kısa kesip kitap hakkında bolca konuşmak istiyorum. 

Helikopter Yayınlarının baskılarında dikkatimi çeken ilk güzellik arka kapak yazıları. Diğer yayınevlerinin baskılarında genellikle arka kapak yazısını yazan kişinin kim olduğunu okur bilmezken (kitap hakkında iki kelam eden eleştirmen veyahut yazarlardan bahsetmiyorum, onların cümleleri ismi belirtilerek alıntılanıyor zaten), bu yayınevi arka kapakta çevirmenin birkaç cümlesiyle sunuyor kitabı okura. Ethan Frome kitabının arka kapak yazısı, kitabı o kadar güzel tanımlıyor ve okura sunuyor ki kitapla en haşır neşir olmuş kişinin kaleminden döküldüğü belli oluyor. Mutlaka bakmanızı öneririm. 

Konuya gelirsem kitabımız New England'a bağlı -gerçekte olmayan- Starkfield isimli bir kasabada geçiyor. Kitabımız kasabaya elektrik santralinde marangozların yaptığı bir grev döneminde, duruma hakim olmak için dışarıdan gelen bir mühendisin gözünden anlatılmaya başlıyor. Mühendisimiz postaneye her gidişinde, onunla aynı saatlerde, postaneye kızağından inerek yürüyen bir adama rastlayıp, ardından ona dikkat kesildiğinde kitaba ismini veren karakterimizle tanışıyoruz. Anlatıcımıza göre kasabadaki en ilgi çekici insan Ethan Frome ve onun postaneye girişini izlemesine neden olan durum ise ayağındaki aksaklığa duyduğu merak. Bu ilk izlenimin okuru kitabın aşağı yukarı seksen sayfasında anlatılacak olan olaylara götürdüğü de söylenmeli tabii. 

Okurken kendi kendime kitabın ne kadar muazzam olduğunu düşünmeme sebep olan bulduğum birkaç neden var. İlki, kitabın katmanlı duruşu ve bu katmanlar birleştiğinde kitabın hem tamamlandığını hem de henüz bitmediğini hissettiren o hava. Yazar bunu başarmak için, sanıyorum, şöyle bir yol izlemiş: Anlatmak istediği olayları okura aktarmak için bir anlatıcı karakter yaratmış, ki bu karakter o coğrafyaya yabancı biri olmalı. Böylece her şey bize olduğu kadar karakterimize de yabancı olacaktı. Bununla kendimi mühendisin yerinde rahatça bulabilmiş, onunla duygudaşlık hissetmiş oldum. Sonrasında ise kitabın bölüm numaralarıyla ayrıldığı, yani Ethan Frome'un ayağının aksamasına yol açan olayların anlatılmaya başlandığı yerden itibaren Tanrı bakış açısı olaylara hakim oluyor. Okur da gerçeklik duygusunu sorgulamadan Ethan Frome'u ve beraberindeki karakterleri tanımaya başlıyor bu anlatıcı değişimiyle beraber. Bir bilenden olayları dinleyip aktaran bir mühendis (yazarın belirlediği anlatıcı), aynı etkiyi vermeyecekti bence okurken. Burada yazarın teknik sayılabilecek detay seçimlerinin kitabın ruhuna çok uygun olduğunu hissettim kitap boyu.

Kitabın ne kadar iyi olduğunu düşündüren diğer şey ise benim özlem duyduğum bir iklimde, ülkemizde sıklıkla rastlanmayan bir coğrafyanın etkisinde bir hikaye oluşu. Çetin bir soğuk altında atların nallarının donmuş buz üzerinde çınlayan sesini duyabildiğim,
ağaçların dallarının kar kütleleri altında kırılıp düşme sesini üzerinde taşıyan bir mevsim bu. Bu soğuk havaya henüz genç olan ve mühendise bahsedilen kazadan önceki umutlu bir karakter resmi oturuyor. İşte tam bu havaya bırakılan nefesler, görevlerine karşı duyduğu sorumluluk ile gönlünde çarpan tutkular arasında kalan karakterimize ait. Güneşin vuruşu, buzun eriyişi, doğanın varlığı o kadar iyi yansıtılıyor ki karakterlere dair psikolojik analizlerle yan yana durdukça beni yazarın diğer kitaplarını da okumaya itiyor. 

Kaza anının öncesini ve kaza anını yazarın çok iyi anlattığını düşünüyorum. Seksen sayfalık Tanrı bakış açısından anlatılan olay sona erip mühendisin sesine geri döndüğümüzde anlatılanlar çemberi tamamlanmış ve başlandığı yere dönmüş olunsa da okurun aklının kapattığı son sayfanın gerisinde kalacağını düşünüyorum. Tam da bu sebeple, New York Times'dan alıntılamam gerekirse "zorlu, hiç akıldan çıkmayacak" bir roman okumak isterseniz Ethan Frome'a mutlaka bir bakın. Şiddetle öneririm! 

*Misafirliğinin ilk günlerinde iklimin canlılığı ile toplum hayatının cansızlığı arasındaki karşıtlık bana çok çarpıcı gelmişti. Aralıkta başlayan kardan sonra parlak mavi bir gökyüzü bembeyaz manzaraya her gün sel gibi bir ışık ve hava yağdırırken yerden yukarı yansıyan yoğun bir ışık belirir. İnsan sanır ki, böyle bir atmosfer kan dolaşımıyla birlikte duyguları da kamçılayacak; ama bütün bunlar Starkfield'in tembel kalp atışlarını daha da yavaşlatmaktan başka bir değişim yaratmaz. 

*Köyde hemen herkesin bazı "sorunları" vardı, ne olduğu, neresinde olduğu açıkça bilinirdi; ama yalnızca seçkinlerin "komplikasyonları" olurdu. Bunlara sahip olmak bir payeydi, ama çoğu durumda ölüm tezkeresiyle aynı anlama gelirdi. İnsanlar yıllarca "sorunlarıyla" boğuşurdu, ama "komplikasyon varsa" hemen hemen her zaman ona teslim olurlardı. 

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Beton Bahçe/ Ian McEwan


 Beton Bahçe/ Ian McEwan 
 Çeviren: Figen Bingül 
 Sel Yayınları/ 129 sayfa






Bu kitap hakkında, belki de ondan önce, ilk olarak Ian McEwan ile ilgili söyleyeceklerim var. İlk defa Çocuk Yasası isimle kitabıyla adını duysam da yazarın, Bir Ölüm Bağışlamak kitabını bana hediye eden arkadaşım (bundan iki yazı öncesinde bahsettim) aracılığıyla ilk olarak Beton Bahçe'yi okumaya karar verdim. Fakat bilirsiniz ki hayat sürprizlerle dolu... Bahar dönemindeki derslerimizden birinde, hocamız derste okuyacağımız öyküler arasına Ian McEwan'dan da bir öykü eklemiş. Nereden bilebilirdim ki o öyküyü bu kadar seveceğimi...

Ne bundan dört sene önce yayımlanan bir kitabı ne de ilk romanı; bunlardan önce yayımlanmış First Love Last Rites isimli öykü kitabındandı yazardan okuduğum ilk şey.  "Butterflies" isimli okuduğum ilk öyküsü, insanı şaşkınlığa uğratan ve rahatsız eden bir gidişatı olmasından ötürüdür ki ilk öykü kitabından üç yıl sonra yayımlanan ilk romanından da beklentim yüksekti. Ne yazık ki McEwan'dan okuduğum ilk öykü kadar etkilendiğim bir roman bulamadım karşımda. 

Öncelikle kitabın arka kapağında yer alan yazının ve romanın ilk cümlesinin beklentimi hayli artırdığını söylemem gerek.  Diğer yandan kitabın konusuna gelirsek, annesini ve babasını kaybettikten sonra geride kalan dört kardeşin yaşadıkları diyebiliriz kısaca. McEwan'ın İngilizce okurken olduğu gibi Türkçe okurken de akıcılığından ve basit anlatımından bir şey kaybetmemesi beni en çok sevindiren tarafıydı. Yalan yok, kendini insanı boğmadan okutuyordu. 

Bu kardeşlerin yaşamı, bir başka dört kardeşin anne ve babasını kaybettikten sonra  yaşayabileceklerinden kesinlikle farklı. Bununla ilgili ilk söyleyebileceğim yaşadıkları çevrenin terk edilmiş bir alan olması. Bir tarafında gökdelenler yükselirken diğer tarafında yıkılmış ve terk edilmiş evlerin bıraktığı boşluklar var. Bu sebeple çığlık atsalar, karşı evin odalarını görebilen şehrin çirkin yapılarına kıyasla, sesleri duyulmaz. Bunun verdiği birçok rahatlık vardı bence olay örgüsünün kurulmasında. Yazar, kardeşleri alabildiğine serbest bırakıyordu bu seçimiyle. Kitabı öneren arkadaşımın, kitapla beraber önerdiği makale romanın psikanalitik bir okumasını yapıyordu; bu makaleyi okurken evlerinin çevresindeki boşluğun yalnızca fiziksel değil zihinsel bir alan açtığını da fark ettim karakterlere. Her ne kadar okurken psikanalize yönelik bu ögelerin üzerinden atlayıp geçsem de incelemeye de konu olduğu gibi romanda fazlaca yer kapladığı doğru. Bu bakış açısıyla okuyunca neredeyse her cümlenin altından Freud kendini gösteriyor okura.

Toplum bize pek çok "rol" yüklüyor fakat rollerin en yoğununu gerçekleştirmesi beklenen anne ve baba gibi iki otorite figürü ortadan kalktığında, öncesinde abi-abla-evin en küçüğü gibi rolleri taşıyan karakterler bir anda boşluğa düşüyorlar. Bu onların rollerini, kaybettikleri otoritenin rolleriyle değiştirmelerine sebep oluyor. Olayların öncesinden ileri gelen aksak büyüme süreçleri de bu konuda onlara yardımcı olmaktan öte bir başka yola girmelerine neden oluyor. Bu noktada her zaman akrabalardan ve arkadaşlardan izole bir yaşam sürmüş kardeşlerin yaşamı, dışarıdan gelen bir başka insanın müdahalesiyle evriliyor. Böyle bakınca insanı irkiltecek, yer yer tiksindirecek manzaralar yer alıyor kitapta. Fakat bunun, zaten böyle olacağını (bana) birçok defa hissettiren yazar; okuru gelecek olan olaylardan da haberdar etmiş oluyor. Hal benim açımdan böyle olunca, Butterflies öyküsünden çok daha az etkilendiğim bir metin buldum karşımda. Son cümleyi özellikle çok beğensem, bütünlüklü bir roman olduğunu düşünsem de ne yazık ki bayılarak okumadım kitabı. 

Kitabı ayıla bayıla okumamam büyük ölçüde benimle alakalı fakat eğer yorumumun sonunda fikriniz kitaba şans vermekten yanaysa, benim gibi beklentinizi yükseltmemeniz ilk önerim olacaktır. Bunun yanı sıra anlatıcıya güvenmemeniz ve aslında yaşadığımız hayatlarımızda her birimizin diğerimizden daha güvenilir olmadığını da hatırlayarak okumanız insanın zihnini anlamak adına yerinde olacaktır. Keyifli günler, mutlu okumalar. :')

*Onun bağımsız varlığının açık gerçekliği beni çarpmıştı. Ben okuldayken bile devam ediyordu. Yaptığı şey bunlardı. Herkes devam ediyordu. O zaman bu kavrayış unutulmaz ama acısızdı. Şimdiyse masadan yumurta kabuklarını çöp kutusuna almak için öne eğilmesini seyrederken aynı farkına varış, bana dayanılmaz bir şekilde hem hüzün hem de tehdit duygusu verdi. Ben her ne kadar onu icat etmeye ve yokmuş gibi davranmaya devam etsem de o benim özel bir icadım değildi, ne de kız kardeşlerimin. 

*Yaptığımız sıradan bir şey miydi, bir hata bile olsa anlaşılabilir bir şey miydi, ya da eğer ortaya çıkarsa ülkedeki her gazeteye manşet olacak kadar tuhaf bir şey miydi düşünemiyordum. Veya bunların hiçbiri; yerel gazetenizin alt satırlarında okuyabileceğiniz ve bir daha hiç düşünmeyeceğiniz bir şey miydi?

16 Ağustos 2018 Perşembe

Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz


Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz
 Metis Yayınları/ 93 sayfa






Çok uzun zamandır okumak istediğim bir yazarın okuduğum ilk kitabıyla, kitabı bitireli bir hafta olmuşken geç yazılan bir yazı ile buradayım yeniden. Sema Kaygusuz'un yayımlanmış ilk kitabı olmasa da kronolojik olarak bakıldığında yazdığı ilk öyküler bu kitapta yer alıyor. İlk dedim ise ilk gençliğinde yazdığı öykülerin içinden seçilenler desem daha doğru olur... Bu kitap sizi vuracak bir "İlk Söz" yazısıyla başlıyor. En azından beni vurdu... İlk Söz'ün içeriğinde; Kaygusuz'un hayatında yazarlığın yerine, kendine yönelttiği eleştirilere yaşadığı on yılların etkisini katan bir bakış açısına, yayın sektörüne yönelttiği eleştirilere ve son olarak bir duasına/dileğine şahit olabiliyorsunuz. Dördüncü kitabını yazdığı ilk öyküleriyle donatmasını ise şöyle açıklıyor: "Gerçek şu ki, bundan sonra yazacaklarıma kaynak oluşturan bu öykülere sırtımı dönmektense, onları sırtlanmayı yeğledim. Ama asıl önemlisi, on sekiz yaşında bir kıza kendimi bağışlatmamdı."

Öykü türü hakkında kelam etmek, bence, bir hayli zor. Birçok öykü kitabında olduğu gibi bu kitapta da kimi öyküler, hakkında tez yazacak kadar derinlikli olurken, kimileri bir defa okumakla miladını dolduracak, bazıları ise anlaşılmayarak zihinde yanındaki soru işaretiyle birlikte yer edecek. Ama bana sorarsanız bu on üç öykünün on üçü de, kendini hayatınızın kimi noktalarında hatırlatmaya müsait. Bu yüzdendir ki bitireli bir hafta olmasına rağmen bazı günlük konuşmaların yaptığı çağrışımla aklıma gelen bazı kısımları açıp yanımdaki kişiye okumuşumdur; gerek defterime not aldığım, gerek almadığım alıntıları. 

Mesela iki tane anlamadığım ve üzerine düşünmeye karar verdiğim öykü var. Bunlar: Soyunuk ve Yılanlar. "Yılanlar" isimli öykü kelime kelime üzerine düşünülse yerinde olacak bir metin bence. İki sayfacık olsa dahi tamamını çözemediğim bir dolu anlam saklı sanki içinde. "Soyunuk" öyküsü ise büyük harf kullanılmadığı, noktalama işaretleri öyküde bulunmadığı için; nerede bir cümle bitmiş de diğeri başlamış bilinemediği için sizi oradan oraya savuruyor. Okurken okuyucunun işini kolaylaştıran tek şey paragraf geçişlerinin olması olsa gerek. Bunun haricinde kelimelerin yan yana gelip farklı cümlelere dönüştüğü her seferinde, size başka bir okuma vadediyor esasında metin. 

Çok sevdiğim öyküler de oldu pek tabii, dört tane. Bunlar: Sessizlikler, Gölde, Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim ve Üşüyen. "Sessizlikler", bir insanın dürüstlüğünün en beden bulmuş hali olmalı. Çok güzel bir başlangıç sunan ve bu izlekte insan psikolojisinin itiraf edilmemiş bir tarafını yansıtan bir öykü olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan "Gölde", ikili ilişkilerin çapraşıklığına göz atan ve sizi de karakterleriyle beraber gölün ortasına götürme olasılığı çok yüksek bir metin. "Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim" öyküsü ise kendinden yapacağım bir alıntıyla şöyle tanımlanabilir: "Gördünüz mü? Gördünüz, gördünüz... ama işinize gelmiyor! Bulaşmak istemiyorsunuz kimseye!" Tanıdık geldi mi? Son olarak "Üşüyen" öyküsü, kitapta yer alan bütün öyküler içinde kitabı sonlandırmaya en uygun aday ve halihazırda sonlandıran öykü. İnsanı akışına alırken birden yumruklayan, bu sebepten okuduğunuz sırada size aynalık eden bir öykü. Keza bir kadınsanız bunun dışındaki birçok öykü de sizin için bu işlevi üstlenecektir.

Her öyküden söz edemesem de fikir edinmenizi sağlayacak kadar bahsettiğimi düşünüyorum. Bu sebeple bir yazarı tanımak için gayet uygun olduğunu düşündüğüm Esir Sözler Kuyusunu, bende ilk olarak okuyucusuna dürüst olduğu izlenimini bırakan bu yazarın sesine ortak olmak istediğinizde lütfen edinin. Her ne okuyorsanız iyi okumalar dilerim. :')

*Birkaç hafta önce istismar denilen bir tavırdan söz etmişti babam. İnsanın insana ettiği kötülüklerin en küçüğü, öte yandan en aşağılık olanıymış, istismar. O zaman, ne demek istediğini pek anlayamasam da, istismara açık zayıf yanlarımızdan yararlanarak, insandan insana çarparak mahvolduğumuzu, tarih öncesi bir cadının büyülü küresine baktığı gibi salonumuzda açılan kara boşluğa bakarken gördüm. Bir de kendi istismarımı...

*Ama ben biliyorum, birçok insanın kendilerine uygun olmayan biriyle belli belirsiz flört ettiğini. Tanıdık taksi şoförlerine; yalnızca üst yarısından tanınan, ayağa kalkınca yabancılaşan banka memurlarına; kuaförlere, market kasiyerlerine, dişçilere, yalnızca o an için, yalnızca orada, onlarının yanındayken inceden inceye yakınlık duyulduğunu; gündelik yaşamın tekrarından bizi bu uzak ve tehlikesiz yüzlerin kurtardığını biliyorum. 

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar


 Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar
  Adam Yayınları/ 85 sayfa
  Çeviren: Hür Yumer




Marguerite Yourcenar'ın kitaplarını ilk kez fark edip incelememi sağlayan kişi ile hakkında fikirlerimi beyan edeceğim bu kitabı hayatıma katan aynı insan. Buradan isim belirtemeyecek olmakla birlikte o bu yazıyı okursa üstüne alınacaktır pekala. Yeniden ve tekrar teşekkür ederim. :')

Neredeyse tüm Yourcenar kitaplarını son iki, iki buçuk sene içerisinde almış olsam da okumak için bu yazara bir tür hazırlık gerçekleştirmem gerektiğine inanıyordum. Sayısız defa elim gitti, kitaplarından herhangi birini, özellikle de Bir Ölüm Bağışlama'yı, okumak çok defa aklımdan geçti. Okumam; hiç de hazır olmadığım bir ana, kitap seçmeye çalışırken ne okusam diye seçenek sunup sorduğum birbirini tanımayan arkadaşlarımın benim yerime bu kitabı, okumam için seçmesine rast geldi her şey. 

Kitaba geçmem gerekirse diğer yandan, karşınızda okunması çok da kolay olmayan kısacık bir metin var. Neden mi kolay değil? Çünkü yazarımız bu metni kaleme aldığında yıl 1938 idi ve o yıllarda İspanya İç Savaşı'nda yaralanan ana karakterimiz trene bineceği istasyonun bekleme salonunda karşısındaki birkaç kişiye hikayesini anlatmaya başlar. Tamam da bunlar neden metni zorlaştırıyor diye soranınız olursa, birincisi metnin dili bir miktar eski ve geçtiği coğrafya gereği bize hem yakın hem de uzak meseleleri var ana karakterimiz Eric'in. Hikayeye dekor olan coğrafya, Baltık ülkelerinden birindeki Kratoviçe diye adlandırılan bir şato/arazi; içinde bulunulan koşular ise 1919-21 yılları arasında süren Bolşevikler ile Anti Bolşevikler arasındaki iç savaş. İkinci olarak edebiyat metinleri için sıkça konuşulan "güvenilmez anlatıcı" meselesi var, metni zorlaştıran. Eric tam da o insanlardan biri. Okuyucular okurken genellikle birinci tekil anlatıcıdan kuşku duymazlar fakat bu metinde işlenen konuların soyutluğundan ve öznelliğinden gerek; insan, kendine gerçekten böyle mi olmuştur diye soruyor. Üçüncü olarak ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları anı anına ya da kelimesi kelimesine anlatmak mümkün olmadığı için ve zihin karmaşık bir yapıya sahip olduğu için olanları olduğu sırayla vermekten kaçınıyor, çarpıtıyormuş gibi hissediyor insan. Bu da peşinden kopukluk hissini getirebiliyor (ben okurken getirdi en azından). 

Güvenilmez anlatıcımız savaştan söz ettiğinden daha da fazla aşktan ve dostluktan söz ediyor. Hikayemiz genel olarak Eric, Sophie ve Conrad adlı üç karakter arasında gelişmiş durumda zaten. Eric'in gözünden Conrad hayatı pahasına sıkı sıkı bağlı olduğu bir dostu/luğu ifade ederken, diğer yandan en yakın arkadaşının kız kardeşi olmasa belki de sevebilirdim dediği bir karakterimiz var ki, o da Sophie. Gerçekten sevmiyor mu Sophie'yi? Yoksa Sophie'nin aşkı da başka şeyleri örten bir süs mü? Kim bilebilir ki... Her okumada yeni anlamlar kazanabilecek bir metin var karşımızda. Fakat okumaya başlarken ve devam ederken emin olduğunuz son hiç değişmiyor. Eric güvenilmez bir anlatıcı olsa dahi, hikayenin sonunu değiştirmeye gücü yetmeyen biri aynı zamanda. Peki ya neden onca savaş yaşamış, onca ülkede bulunmuşken hayatının o önemsiz gözüken anına takılıp kalmış? Yoksa anlatırken kullandığı kelimeler yaşananlara hafifletici bir etki mi veriyor? Belki de Eric anlatısının son birkaç cümlesinde haklıdır... 

Bu garip tecrübe ve aklınızdaki sorularla zihninizde kendi hayatınız yanıp sönsün istiyorsanız muhakkak bir bakın diyeyim. Okumak içinizden gelmiyorsa zorlamayın elbet, illa doğru zamanda size göz kırpacaktır! 

SON YORUM: Eric senden şüphe ediyorum, Sophie seni anlıyorum, Conrad tanısam seninle anlaşırdık! 

*Hepsi de kendi içinde kesin olan birtakım kararlar ortasında yaşaya yaşaya, kendimi çözülmesi güç bir mesele gibi ele almaya vakit bulamamıştım. Ama toyluk, işlerin doğal akışına uyumsuzluk çağıdır dersek, sandığımdan daha toy, daha uyumsuz kalmıştım galiba. Çünkü Sophie'nin bu sade aşkı, beni afallatmış, hatta giderek irkiltmeye başlamıştı. İçinde bulunduğum koşullarda afallamak tehlike demekti; tehlikeyse, ürküp saldırıya geçmek... Sophie'den nefret etmeliydim. Bu yola sapmayarak kazandığım saygınlığı hiçbir zaman idrak edemedi. 

*Konuşmaları kelimesi kelimesine hatırladıklarını ileri sürenlerin hep yalancı ya da mitoman olduklarını düşünmüşümdür. Benim aklımda bir iki kelimeden, kurtların kemirdiği belgelere benzeyen boşluklarla dolu bir metinden başka bir şey kalmıyor.

*Mahkumun boynundaki ipin düğümünü sıkmakta kaderin üstüne yoktur derler; bildiğim kadarıyla, daha çok ipleri koparmakta ustadır o. Zamanla, istesek de istemesek de, kader, bizi bütün her şeyden kurtararak, işin içinden sıyırıp atar.

19 Temmuz 2018 Perşembe

Bir Başkasının Gözünde Var Oluş: Suzan Defter/ Ayfer Tunç


 Suzan Defter/ Ayfer Tunç
  Can Yayınları/ 127 sayfa






Şubat ayına ait bir güne rastlıyor bu kitabı alışım, yıllardan 2017. Şubat 2017'den Şubat 2018'e gelene değin nedense okumaya başlamıyorum. Fakat Şubat 2018'de okumaya başladım da ne oldu sanki... Okul temposunun içinde bir kenarda unutulup gitti. Üstelik okumayı bırakmadan önce bırakacağımdan bihaber, kitaba dair büyük bir heyecanla doluydum, okuduğum son sayfalar o kadar etkileyiciydi yani. Neyse ki okumaya baştan başladım ve okuduğum o son sayfalardan yeniden etkilendim. Öyle ki şehirler arası kısa bir yolculuk yaparken de elimden bırakamadım. Solda gördüğünüz fotoğraf o gün cama güneş vururken çekildi böylece. Plastik bardakta ise limonata var, tabii ki hazır. :'(

Bu kitabı nasıl anlatmalı, bilemiyorum. Sanırım en doğrusu önce biçimsel birkaç özelliğinden bahsetmek. Bu kitap iki günlükten oluşuyor: bir kadın ile bir erkeğin günlüğü. Kitabın sol sayfalarını takip ettiğinizde erkek karakterimizin mahremine gireceksiniz, sağ sayfaları okumayı seçerseniz ise kadın karakterimizin defterinde bulacaksınız kendinizi. Suzan Defter bu sebeple değişik şekillerde okunabilecek bir kitap. İlk olarak okumak istediğiniz anlatıcıyı seçip okumaya başlayabileceğiniz gibi, günlükleri gün gün okuyarak da ilerleyebilirsiniz. 

Ben kitabın sol sayfadan başlamasından mütevellit ilk önce erkek karakterimizle tanıştım. Kendisi adını defterine yazmamayı tercih etse de adını er ya da geç öğreniyoruz: Ekmel Bey. Özenle, ince ince işlenmiş cümlelerin sahibi emekli avukat. Hayatının geri kalanını ana rahminde geçirmeyi dileyen bir beyefendi. İkinci günlüğün sahibi ise Derya. Ekmel beye göre daha genç, terk edilmişlik hissinin müsebbibi. Sanırım içeriğe dalmadan karakterleri bundan öte tanımlayamam. Diğer yandan anlatıcılarımız Ekmel bey ile Derya hanım olsa da birçok yan karakter de mevcut: Ekmel beyin babasının babası, babası, annesi, küçük ve büyük ağabeyleri; Derya'nın babaannesi, babası, abisi, Tülay, Tuncay, çocuklar ve (çok çok hoşuma giden bir tanımdan alıntılarsam) romanın gizli öznesi Suzan. 


Okurken en çok hissettiğim iki şey, hayatlarımızın aynı anda ne kadar kısır ve ne kadar zengin olabildiği oldu. Aynı hisleri anlatmak için farklı kelimelerden ve farklı olaylardan yararlanmanın mümkün olduğunu gördüm. Geçmişe dönüp baktıkça hayatımızın sabit elemanlarını hatırlıyoruz. Eşimizi, dostumuzu, sevgilimizi, sevdiğimizi, evlerimizi, ailelerimizi, çocukluğumuzu... Kısacası bizi en çok mutlu edenler ile en çok acıtanları. Derya ve Ekmel de öyle yapıyorlar. Satırları kederle, sitemle, özlemle dolu ama okuyucuları cezbedeceğine emin olduğum bir hisler demeti bu. Çünkü Ayfer Tunç bunu başarma yetisine sahip, okuyucuya edebi haz vermekten de geri kalmıyor nihayetinde. Aynalar bile bizlere bizleri, bizim gözlerimiz aracılığıyla görünür kılarken burada iki insanı birbirinin aynası yapıyor. Birbirlerinin kaleminden onları okudukça hayata dair dersler çıkarmak da mümkün hale geliyor. Sanırım "kitabı" anlatmadan anlatabileceklerim bu kadar. Okuduğunuz keyifli günleriniz olsun. :')

*    ...İhaneti çekici kılan şeyin şehvet olduğunu sanırlar; şehvet seldir, sürükleyendir, doğru; ama asıl çekici olan cesaretmiş meğer. 
        Cesaret insana iyi geliyor. Sana ihanet edebiliyorsam dünyaya hükmedebilirim, bir. İhanet ederken cesaret, şehvet, korku, pişmanlık duyuyorsam; sen varsın demektir; işte bu çok önemli iki.

* "Ama eviniz bir kadının çekip gittiği bir eve benzemiyor," dedim. Eşyada mukavemet var. Bir kadının gittiği evden belli olur. Kadın giderken düzeni götürür bir kere. Yaşayan ev sarsılır. Ev dediğimiz şey küçük büyük elementlerden oluşur. Kadın olan evde, erkeğin anlayamayacağı bir denge vardır elementler arasında. Erkek her birine vakıf olduğunu düşünse bile, onların nasıl bir uyumla işlediğini bilemez. Kadın gidince evin dokusu bozulur, susuz kalmış çiçeğe benzer, solar. Küçük şeylerin izi silinir. Evin dili tutulur, ev sağırlaşır. 

8 Temmuz 2018 Pazar

Fahrenheit 451/ Rad Bradbury


 Fahrenheit 451/ Rad Bradbury 
 İthaki Yayınları/ 238 sayfa 
 Çevirmen: Zerrin Kayalıoğlu 
                    Korkut Kayalıoğlu





2014 Aralık baskısı elimde bulunan bu kitabı okumak için hep geç kaldığımı hissediyordum. Okuma kararımı ise yaşadığım iki durum belirledi. İlki ders için okuduğumuz bir Rad Bradbury öyküsüydü. Okurken kısa bir öykü olmasına rağmen, betimlemelerin yoğunluğu ve benim ne yazık ki İngilizce o kadar kelime bilmemem alabileceğim keyfi azalttı. Bir noktada da okumayı bıraktım zaten. İkinci durum ise izlediğim bir filmdi. The Bookshop adındaki bu film, kitaplar üzerinden kurulabilecek bir dostluğun misaliydi. Dostluğu başlatan kitap ise Fahrenheit 451'di. Bu bağı görmezden gelemeyerek filmi izledikten bir sonraki gün hemen kitaba başladım. 

Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk şey: Çevirinin çok kötü olduğu. Çevirmenlerin doğrudan İngilizce'den çevirdiklerini düşünüyorum. Okurken bazı cümleleri kafamdan basit bir İngilizce karşılığa çevirebiliyordum. Fakat Rad Bradbury'i anadilinde okumayı deneyen biri olarak karşılıkların o kadar basit olamayacağını düşünüyorum. İlk fırsatta Fahrenheit 451'in İngilizce baskısını incelemeyi istiyorum, böylece çeviriye dair daha doğru bir kanıya ulaşabileceğim. Kitapla ilgili söyleyebileceğim ikinci şey ise düzeltme okumasının yapılmadığı. Birçok noktalama ve yazım yanlışı vardı metin üzerinde. İngilizce yazımda tercih edilen bir kullanımın Türkçe karşılığı "fl" harfi yerine "ş" harfi kullanımı değilse, metinde "raşarına" ya da "hedeşerine" gibi kullanımlar hiç mi hiç memnun etmedi beni. Nitekim İthaki Yayınları, Bilimkurgu Klasikleri Dizisi için kitabı yeni bir çeviriyle basmayı uygun görmüş yeniden. Çeviri hakkında net bir fikrim olmasa da Dost Körpe'nin elinden çıkan diğer çeviriye şans vermenizi tavsiye ederim. 

Rad Bradbury'nin 1993'te kitaba yazdığı önsözde "Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı," cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Guy Montag'ı zeki, farkındalık düzeyi yüksek bir karakter olarak görsem de zaman zaman tutarsız olduğunu da düşündürdü bana. Kimseye sormadan verdiği kararlar dizisi sonucu Faber'i bulduktan sonra kısa bir süre sonra bana bir şeyler söylenmeye devam etsin diye taraf değiştirmek istemiyorum gibisine bir şey söylüyor ve bu bende ama sen zaten kararlarını kendin vererek oraya gitmemiş miydin diye sorma isteği doğuruyor. Yaşadığı dünyaya karşı farkındalık düzeyi yüksek olsa da sanki kendi mevcudiyetine karşı kör. Bu açıdan kitap sadece içinde yaşadığı karanlık çağla değil, kendisiyle de ciddi bir çatışması olan bir karakteri çiziyor.

Bu karakter aşama aşama zirveye varacak bir macera dizisine atılıyor. Bir seviyeye geldiğinde sanki o maceraları kovalamıyor da o maceralar onu kovalar hale geliyor. 

Kendimce kitabı bölümlere göre kategorize ettiğimde, ilk bölüm yavaş yavaş ortaya çıkan bir olaylar dizisini ortaya seriyor. Clarisse ile karşılaşması, itfayeciler evini yakmaya gittiklerinde evini kendisi de evdeyken kitaplarıyla birlikte yakan kadın, yaşanan çağın en iyi vatandaşı rolüyle ödül kazanabilecek eşi Mildred ve evine ufak bir ziyarette bulunan Beaty... Hepsi bir resmin parçaları sanki... İkinci bölüm ise Montag'ı taraf seçmeye, seçim yapmaya zorlayan bölüm adeta. Faber bu bölümün yıldızı. Korkaklığı onu olduğu yerde yıllar yılı çürütmüş gibi ve onunla empati kurabilişim onu benim gönlümün de yıldızı kılıyor. Üçüncü bölüm ise katı ve durağan çoğunluk ile kitapların süslediği azınlık arasında net bir seçime götürüyor karakterimizi. Biz de karakterimiz oluyor ve onunla birlikte yepyeni karakterler ekliyoruz belleğimize. 

Kitabı, yorumu okumadan daha önce okuyan varsa, lütfen sadece onlar bu kısmı okusun. Cevabınızı bekliyorum... 
Granger, sizce Clarisse'in bahsedip durduğu amcası mıydı?

Ayrıca bir kısımda kokuları çok güzel bir şekilde burnuma ulaştırdı yazar, birkaç sayfa sonrasında doğa-insan çatışması ve ondan birkaç sayfa sonra ise savaş olgusu yerinde bir anlatımla bana ulaştı. Fakat zaman olgusuyla ilgili birçok soru işaretim olduğunu da ekleyebilirim. 

Ah! Fahrenheit 451'in en güzel karakterine geldi sıra, kitaplara. Bu karanlık çağ, insanların devlet eliyle kitaplardan kurtuldukları bir çağ değil; aksine insanların daha fazla çizgi roman talep ettiği, oturma odalarının duvarlarını renkli televizyon camlarıyla kapladığı bir çağ. Böyle bir durumda hangi otoritenin, kardeşlerim bu yanlış dediği görülmüş ki? Tersine bundan yararlanıp, eşitlikçi(!), mutlu(!) insanlar yaratmanın yolu olarak bunu kullanmış ve insanları da inandırmış bu inanca. İçi boş olan insanlar ile kendilerini kitaplara şömiz yapmış karakterlerin bulunuşu, kitaplara saygı duruşu olma özelliğini öyle güzel ortaya çıkarıyor ki... Geleceğe dair kötü kehanetleri bulunsa da çözümün yakılan, yıkılanlarda değil; yine tüm kötülüklerin kaynağı olan insanda olduğunu ve yeniden yapmanın da zamanının geleceğini öne sürüyor. Tekrar tekrar okuyunuz, okutunuz diyerek söyleyebileceğim birçok cümleyi rafa kaldırıyorum böylece.

* "Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme."

* "Kitaplar bir tür depo gibidir ve biz onlarda unutacağımızdan korktuğumuz şeyleri saklarız. İçlerinde büyülü bir şey yoktur. Büyü, sadece o kitapların anlattıklarındadır, evrenin parçalarını birleştirip bize nasıl elbise gibi sunduklarındadır."