9 Eylül 2015 Çarşamba

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört/George Orwell

                   



               

      Bin Dokuz Yüz Seksen Dört/George Orwell
      Can Yayınları/ 350 sayfa
      Çevirmen: Celal Üster










    İlk defa bir George Orwell kitabını elime aldığımda yaşım on iki bile değildi. Elimdeki kitap ise Hayvan Çiftliği'ydi. O günler için daha ön sözünü bile yeterince kavrayamadığım bir kitaptı benim için, sonrasında Hayvan Çiftliğini okumaktan vazgeçmiştim zaten. Oysa bir ön sözün neler ifade edebileceğini en çok bu kitapta hissettim. Aynı çevirmenin ön sözüyle başlıyordu diğer Orwell kitabı da ve ben bu dili tanımaktan kendimi alamadım.

  Orwell'ın geçmişini, yaşadığı şehirleri, ülke topraklarını, siyasi ortamları ve savunduklarını gördükçe daha da anlamlı gelmeye başladı tüm söyledikleri. Kitabı okumaya başladıktan sonra da sayfaları "Bir hükümet nasıl olmalıdır?"dan çok "Bir hükümet hatta bir dünya nasıl olmamalıdır?"ın cevabını bularak çevirdim. 
  Aslında bir hayli de şaşkındım okurken, nasıl bir zihin de birikebilirdi bütün bunlar? Aslında nasıl acımasız, vahşi ve yıkıcı bir Parti bir zihinde böylesine parlak, apaçık ortaya çıkabilirdi? Bunu yazarken yazarı korkuları mı beslemişti yoksa gerçekliğe karşı duyduğu inanç mı? 

  O kadar ve o kadar çok sorguladım ki "çifdüşün"ebilir miyim diye, düşüncelerim biri tarafından ortaya birdenbire serilebilir mi diye, şuan televizyon dediğimiz ekranlar da tele-ekranlar gibi bizi izliyor mudur diye. Bana korku ve geleceğe karşı umutsuzluğu aşıladı Orwell. Bir gün bir siyasi bunu hırsları ve kibriyle okursa dünya nasıl bir hale gelir diye? İlk defa bir kitap beni umuda doğru yolculuğa çıkarıp; hayata karşı "iki kere iki dört eder 
diyebilmek" satırının gücüne inandırdıktan sonra huzursuzca beni varış noktasına: kitabın sonuna bıraktı.

Bunlara rağmen güzel satırlarda kazındı aklıma tabii; 

*Gerilimli anlarda insanın bir dış düşmana karşı değil de, hep kendi bedenine karşı savaştığını fark ediyordu.Şimdi bile, içtiği cine karşın, midesindeki buruntu, doğru dürüst düşünmesini engelliyordu. Bunun destansı ya da trajik görünen tüm durumlar için de geçerli olduğunu anlıyordu şimdi. Uğruna savaştığımız davalar, savaş alanında, işkence odasında, batmakta olan bir gemide hep unutuluveriyordu, çünkü beden şişip büyüyerek tüm evreni kaplıyordu; korkudan çarpılmadığınız ya da acı içinde haykırmadığınız durumlarda bile, yaşam her an açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, mide buruntusuna ya da diş ağrısına karşı verilen bir savaşımdı. 

*Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka bir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi. 

"Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman, tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun.

3 Eylül 2015 Perşembe

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat--Bir Yüreğin Ölümü/Stefan Zweig

                 
Bir Kadının Yaşamından 24 Saat--Bir Yüreğin Ölümü
Stefan Zweig
Can Yayınları/122 sayfa
Çeviren: Gülperi Sert















    Bu yaz tatili benim için fazlasıyla yoğun ve stresli geçti. Sınav sonucu, tercihler ve tercih sonuçları derken günler birbirini kovaladı. Ben ise istediğim şehirde istediğim üniversitede istediğim bölümden biraz sapmış olarak beni fazlasıyla mutlu eden bir yere yerleştim. Kısacası şans benden yanaydı. Bu sırada tabi okumalarım azaldı ve bende taa İstanbul'a gitmişsin gez, gör ve oku dedim kendime. İşte Zweig tarafından yazılmış bu iki uzun öyküyle tanışmam da tam bu sıralara denk düştü. Fotoğraf Moda Parkı'ndan bu arada.

   Kitaptaki ilk uzun öyküye gelecek olursam kendisi bir hayli merak uyandıran, mekanı ve zamanı anlattığı atmosferin doğasına uyan bir öykü. Aslında hepimizin zaman zaman yapmak istediği o tanımadığım birine bütün hayatımı anlatabilsem hissinden yola çıkmış bir hikaye; ancak buradaki anlatılan tüm yaşantıdan çok yalnızca 24 saat. 
   İkinci öyküde ise yazar kısmi hayal kırıklıklarımızı, kendimizi yalnız, unutulmuş, önemsiz hissettiğimiz bir andan yola çıkıyor. Baba olduğunuzda başka anne olduğunuzda başka şeyler kırıyor sizi. Burada her şeyden çok bir baba, bir eş ve mutluluktan uzak olmanın izleri var. 

   Ben hep Zweig'ın ilk okuduğum kitabının Satranç olacağına inanırdım oysa ilk kitabı ani bir kararla bu kitap oldu. Pişman mıyım? Asla. Çünkü ben Zweig'ın Freud hayranlığını bu kitapta fazlasıyla hissettim. Cümleleri okurken bende yaşadım söylenen ruhsal özellikleri. Karakter yorgun düştüyse bende onunla beraber yorgun düşüp oturuverdim bir banka ya da bir hastalık gereği bir sancı hissettiyse bedeninde bende hissettim. Bazen de okurken soluğumu tutup karakterle birlikte sevinip, üzülüp, acı çekip, şaşırdığımı fark ettim. En çok da yazarlığın bir şeyi anlatmaktan çok hissettirebilmek sanatı olduğunu anladım. Herkes yazabilirdi ama herkes yüreğe dokunamazdı. Bu yüzden iki öyküyle bana başka zamanları, başka şehirleri, başka insanları ve hisleri açtığı için ben hem Zweig'ın güzelim kalemini, hem de okuduğum kitabı çok sevdim. 

Okuduğum onca güzel satır içinde "aynen aynen" diyerek eşlik ettiğim o satırlar;

*Kibirle, şımarıkça, ruh, fikir, duygu dediğimiz, ıstırap dediğimiz şeylerin aslında ne kadar da zayıf, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla hissediyorum, çünkü bunlar en üst düzeyde bile olsa acı çeken, kıvranan insan bedenini tamamen yok edemiyor, çünkü böyle anlarda dahi insan üzerine yıldırım düşen bir ağaç gibi yere yığılmak yerine, damarlarındaki kan akmaya devam ediyor. Bu acı, sadece bir an, bir dakika bedenimi sarmıştı, nefes alamamış, tıkanmış ve ölümün soluğunu hissetmiş bir halde banka yığılmıştım. Fakat biraz önce dediğim gibi, tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği karşısında geri çekilir, çünkü bedenimizin her hücresinde yerleşmiş olan yaşama isteği, ruhumuzun ölüm tutkusundan çok daha güçlüdür.