23 Şubat 2016 Salı

Boğulmamak İçin/ George Orwell





   Boğulmamak İçin/George Orwell
  Can Yayınları/254 sayfa
  Çeviren: Suat Ertüzün 








Bir yılbaşı çekilişinde önüme gelen paketten çıkan hediye; fotoğrafta gördüğünüz Orwell kitabıydı. Elimdeki kitapları okudukça sıra Boğulmamak İçin'e geldi. Bu güzel hediye için buradan da teşekkür ediyorum tabi kitabı alan arkadaşıma.

Orwell'ın dilini sağlam, okunası ve akıcı buluyorum. Bazı paragraflarının yoran uzunluğuna rağmen edebiliğinin yanında öğreticiydi de. İki savaş arası bir İngiltere okudum, kendimi bambaşka yıllara ait buldum. Benim belki de kısacık ömrümde geriye dönüp baktıklarımın yetmiş seksen yıl önceki hallerini gördüm. 

Bunların yanında ilk roman oluşunu fazlasıyla hissettim. Daha önce yalnızca Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabını okuduğum yazarın, sonraki yıllara kalemini nasıl hazırladığını görür gibi oldum kitapta. Örneklerinin kaynaklarını, distopyaya kayan hayal gücünü bu kitapta sezdim. En önemlisi de eski bir tanıdığımla karşılaşmış gibi oldum satırlarda. 

Kitabı kapattığımda en net verdiğim karar ise tüm Orwell kitaplarını okumam gerektiği ve hayatımın farklı noktalarında okuduğum kitaplarını yeniden okumam gerektiğiydi. Orwell değişen dünyaya karşı hala ayakta kalabildiğine inandığım yazarlardan. O yüzden hala yazarın bir kitabını okumadıysanız bence elinizi çabuk tutmalısınız.

*Her şeye vakit vardır ama yapmaya değer şeyler hariç. Sahiden önemsediğiniz bir şeyi düşünün. Sonra sadece ona harcadığınız zamanı saat saat toplayın ve hayatınızın ne kadarcık bir bölümünü kapladığını hesaplayın. 

*Öte yandan öbür dünya inancı gibi şeylerin önemini yitirdiği dönemler esas olarak oturmuş dönemlerdir; uygarlığın bir fil gibi dört ayak üzerinde sağlam durduğu dönemlerdir. 

*Kah neden olmasın diye düşünüyor kah bunun sadece hayalini kurup yapamadığımız şeylerden biri olduğunu kendime telkin ediyordum. 

14 Şubat 2016 Pazar

Piç/ Hakan Günday







             Piç/Hakan Günday
              Doğan Kitap Yayınevi
                  224 sayfa











Bundan tahmini üç yıl önce lisede sıra arkadaşımın okuduğunu gördüğüm bir kitaptı Piç. Hakan Günday ismini de yeni yeni duymaya başladığım sıralardı. Benim bilinç altımda öyle bir birleşmiş ki Hakan Günday ve onun kitabı Piç; ben okuyacağım ilk Hakan Günday kitabının Piç olacağını yıllardır biliyorum. Böyle bir hikayenin sonucunda tabi ki öyle de oldu.

Piç literatüre geçtiği anlamda kullanılmıyor tabi kitapta. Kitaptaki anlamıyla piç; iyi koşullar altında yaşayan fakat yaşamak istemeyen, yetenekleri olan fakat kullanmayan, bilen gören duyan anlayan ama bilmiyor görmüyor duymuyor anlamıyormuş gibi davranan adamlar. Kendilerini hayattan soyutlayabilmiş, umursamamayı, öylesine yaşayabilmeyi öğrenebilmiş insanlar. Haliyle her düşünceye, inanışı aslında hem yakın hem uzak kalabilenler kitabın karakterleri. Bir bakıyorsun dünyanın en zeki adamı, bir bakıyorsun aptallık çukurunda yüzüyor diyebildiğin değişik bir topluluk onlar.  

Ben okurken bu değişik insanların arkadaşlıklarına, aile ilişkilerine, aşklarına ve onları gördüğümüz insanlar yapan tüm özelliklerine baktım. Baktıkça çevremizde görebildiğimiz insanlara kitaptaki anlamıyla 'piç' diyebilir miyiz diye düşündüm. Eh biraz da zamanda yolculuk yapıp 2002 yılına gittim. Yaşamın bazı kolaylıklarına ve zorluklarına şahit oldum. 

Kitap akıcı, kısmen öğrenebileceğiniz yeni bilgilerin olduğu bir kitap ancak beklentiyi düşük tutmakta fayda var. Hakan Günday hakkındaki şimdilik ikircikli olan düşüncelerim umarım diğer kitaplarında değişir. 

* "... Domino taşlarını bilirsin. Önce özenle dizilirler sonra tek bir fiskeyle hepsi teker teker yıkılır. Ancak romandaki hikayede domino taşlarından oluşmuş zincirin iki tarafına da aynı anda dokunuluyor ve zincir aynı anda iki taraftan yıkılmaya başlıyor. Zincirdeki domino taşı sayısı tek. İki uçtan birbirlerini yıkarak ilerleyen taşlar tam ortadaki taşın iki yanına da aynı anda çarpıyor. Ortadaki taş aynı anda, aynı güçte iki darbeyi, iki taraftan aldığı için ayakta kalıyor. Bütün yıkılmış taşların arasında tek başına duruyor..."

*Ceza yaşıyormuş taklidi yapmaya mahkum olmaktır. Bir insanın tanıyabileceği en şiddetli acının kaynağıdır." 

*Oysa psikoloji kitaplarına göre kişinin ailesini zihninde yaratması bir hastalık, sonsuza dek mutlu yaşamak da edebiyat kitaplarına göre masaldır. 

5 Şubat 2016 Cuma

Son Üç Ayda Okuduklarım

NOT: 
Bu paylaşımı son üç ay içerisinde okuduğum dört kitabı bir arada değerlendirmek amaçlı yapıyorum. Gerek okul yoğunluğu gerek üşengeçliğimden ötürü ancak fırsat bulabildim yorumlamaya. 

1) Annem Belkıs


           


             Annem Belkıs
           Gündüz Vassaf
        İletişim Yayınları/ 303 sayfa














Annem Belkıs, bir oğlun annesinin hayatından, annesinin anlattığı biçimde yaşadıklarını, öğrendiklerini, deneyimlediklerini yazması bir bakıma. Gündüz Vassaf dilini fazlasıyla sevdiğim bir yazardı bu kitaptan önce de. Fakat bu kitapta annesinin yaşadığı zorluklara ne kadar destek olduğunu, anılarını yaşatmayı kendine görev edindiğini de gösteriyor. 

Kitapsa Rumeli'de 1900'lü yılların başlarında ikamet eden bir kadının: Belkıs Halim'in nasıl göç ettiği, değiştiğini, kadın olmanın zorluklarıyla baş başa kaldığını; değil yurdunda Amerika'da da çektiği zorlukları gösteriyor. Savaşlara tanık olmanın yanında savaşlardan ötürü yurdundan uzak kalmanın zorluğunu da yaşamış bir kadın Belkıs. Aslında ruhunda neredeyse bir yüzyıldan izler taşıyan en gencinden yaşlısına herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğine inandığım biyografik bir roman Annem Belkıs. Bence okunmalı ve bu az bilinen yaşanmışlığı bol kadına bir defa daha saygı duyulmalı. 

*Halbuki aktörler zenci rolü yapan beyazlardı. Zenciler radyoda bile kendini canlandıramıyordu o zamanlar. Radyoda bile rol almaları mümkün değildi.

*Memleket gene arkamızda kalmıştı ama bu arada ailemizde Amerika'da bir hayli çoğalmıştı. Yüzyıllarca Rumeli'deki dar çevremiz ve aile içi evliliklerle süregelen sülalemiz Amerika'da bir iki kuşak içinde İskandinavyalısı, zencisi, İrlandalısı, yahudisi, katoliği ile "dünyalı" oluvermişti.



  2) Mutluluk




             


              Mutluluk
           Zülfü Livaneli
          Doğan Kitap
            376 sayfa










 Mutluluk Türkiye'nin doğusunda sıklıkla -maalesef- görülen bir olayı: töreyi konu alıyor. İçerisinde mutluluğu keşfetme yolunda üç karakter barındırıyor kitap. Töre kurbanı olmak üzere olan bir genç kız, onu öldürmekle görevli amcasının oğlu ve diğer ikisinden bağımsız bir şekilde üniversitede profesör olan orta yaşlı bir adam. Yollarını kesiştiren ise gizliden gizliye mutluluk arayışında olan ruhları oluyor. 

Türkiye'ye farklı bakan bu üç karakter kitabın yazıldığı zamanı, daha öncesini ve kitap yazıldıktan bir müddet sonrasını, şimdiyi yansıtıyor. Diline alıştıktan sonra bakıyorsun birbirinden farklı düşünceleri dile getirip, savunabilen bir yazarın kitabını okumuşsun. Livaneli'de kendi adıma en sevdiğim tarafta bu.

*Tanrı, her sabah yapıp her akşam bozduğu bulut tablolarında, bugün minimalist bir tarzı tercih etmişti. 

*Hiçbir şey kıpırdamıyordu ve sanki o tekne yüzen bir şey değildi de sağlam temellerini suya salmış beyaz bir kuleydi.



3) Oğullar ve Rencide Ruhlar




     


      Oğullar ve Rencide Ruhlar
         Alper Canıgüz
         İletişim Yayınları
            204 sayfa










Oğullar ve Rencide Ruhlar'ın ana kahramanı Alper Kamu adında beş yaşında bir çocuk. Ve yaşına bakmaksızın mahallede gerçekleşen bir cinayeti çözmeye soyunuyor. Ne yalan söyleyeyim, Alper bildiğimiz beş yaşındaki çocuklardan değil. Okurken karşındaki çocuğun bazen on beş bazen yirmi beş yaşında olduğuna inanıyorsun. Kitabı da akıcı ve eğlenceli kılan buydu sanırım. 

Bazen insan kötü hisseder, hiçbir şey yapmak istemez ya işte öyle bir anda okunması gerektiğine inandığım bir kitap.

*İnsan yüreği bir sarkaç gibidir işte böyle. İstediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa akmaya başlar. 

*Çözülecek onca mesele varken, ben mutluluğun makul tekrarlar bütünü olduğu biçimindeki tuhaf düşünceye saplanmış, sonsuza kadar sürdürülebilecek münasip bir yaşam döngüsü kurgulamaya çalışıyordum.


4)Can



      

             Can
          Andrey Platonov
           Metis Yayınları
             147 sayfa











Can Ekim 2015'ten beri okumaya niyetlendiğim sürekli yarım bıraktığım tamamlayamadığım bir kitaptı. Fırsatını bulunca en baştan başladım okumaya ve benim için bir soluk denebilecek bir sürede bitti. 

Kitapta beni çeken ilk şey tarihi yönüydü. Türkiye'de az duyulmuş yasaklı Rus bir yazar tarafından yazılması, yani yeni bir yazar keşfetme düşüncesi beni ikinci çekendi. Kitabı okudukça daha pek çok yönünü seveceğimi bilmiyordum tabi.

Can aslında bir halka verilen ad ve bu halk yazar tarafından şöyle tanımlanıyor: "Bedenini hoşar'larda, çöllerde yokluk çekerek tüketmiş, yaşam amacını unutmuş, bilincini ve merakını kaybetmişti, çünkü arzuları bir an için bile, bir nebze olsun gerçekleşmemişti; halk günlük kıt yiyeceğinin, yani kaplumbağaların, kaplumbağa yumurtalarının ve su içtiği birikintiden yakalamaya başladığı ufak tefek balıkların ona sağladığı mekanik hareketler sayesinde yaşıyordu." Böyle tanımlanan bir halka sosyalizmi öğretmek hatta ondan da önce yaşadığını hatırlatmak gerekiyordu. 
Kitapta da bir halkın mücadelesini görmekle beraber çok da şey öğrenebilirsiniz.

*Sonunda anlayıverdi ve gülümsedi: Sözcükler anlaşılmaz olmuştu çünkü sesten ibarettiler; merak, duygu ve ilham içermiyorlardı, onları telaffuz eden adamın içinde tonlama yapabilen bir kalp yokmuş gibi. 

*Aslında insanlar akıldan ya da hakikatten değil, sırf doğdukları için yaşarlar ve kalpleri, çarptığı müddetçe, çaresizliklerini işleyip parçalara böler, kendi de sabırla çalışmaktan cevherini yitirerek viran olur.