21 Eylül 2016 Çarşamba

Aynı Yıldızın Altında/ John Green


   Aynı Yıldızın Altında/ John Green 
    319 sayfa/ Pegasus Yayınları 
    Çevirmen: Çiçek Eriş







Yaklaşık üç sene önce yeni çıktığı günlerde alıp kitaplığıma eklediğim ama artan okur ve daha sonrasında izleyici kitlesiyle soğuduğum bir kitap bu aralar beni okumam için çağırdı kendine. Her kitaplığımın önünden geçişimde bu kitap bana göz kırpınca ben de diğer okuyacağım kitaplardan önceye ekledim. Ancak isteğimden farklı olarak yolculuk kitabı olmasını istediğim kitaba sadece çok az başlayabildim bayram sonrası İstanbul'a dönerken. Ki daha sonra da uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla edilen sohbetler araya girince beş gün gibi fazla bir sürede tamamladım kitabı. 

Kitabın konusuna gelirsek, Hazel Grace adındaki kansere uzun süre önce yakalanmış on altı yaşındaki bir genç kızla, on yedi yaşındaki Augustus Waters'ın destek grubunda tanışmalarıyla beraber; yaşama ve ölüme dair sonsuzluklar içindeki küçük bir sonsuzluğun hikayesi. Aslında bir hayli dokunaklı bir konusu ve tatlı karakterleri vardı ancak kitabı biraz uzun sürede bitirmem benim ilgimi kaybetmeme sebep olmadı da diyemem. 

Aynı Yıldızın Altında'yla ilgili şu zamana kadar gördüğüm, duyduğum şeyler beni kitabı okurken şaşırtmazken bilmediğim bazı olaylar ve yaşananlar beni fazlasıyla etkiledi. 
Bunun yanında ilk defa, okuduğum bir kitapta satırların altını çizdim. Tamamen elimin kaleme gitmemesiyle alakalı bu durumda kendimce bir tabumu yıktım denebilir. Bir gün elime kitabı yeniden aldığımda hoşuma giden satırları görmenin nasıl bir his yaşatacağını çok merak ediyorum. 

Bunun dışında ne yazık ki sonunun beni biraz hayal kırıklığına uğrattığını söylemem lazım. Kötü bir son değildi ancak beni heyecanlandıran bir tarafı maalesef yoktu. Benim kitabı aldığım zamanla şuan arasındaki üç senenin getirdiği büyüme hissiyle birlikte kitabı çok da memnun bir şekilde kapatmadım. Bunun yanında yazarın ısrarla "Bu bir hayal ürünüdür." tadındaki uyarıları ve hayal gücünü 'uydurma' gücüyle birleştirmesi beni keyiflendiren şeyler arasında oldu. 

Bir tık edebi değeri düşük ancak dokunaklı bir hikaye okumak istiyorsanız ve henüz okumadıysanız Aynı Yıldızın Altında bir seçenek olabilir. Filmini de unutmamak lazım.

* "Ama organize olamayan ağıtçılarız, bu yüzden çok sayıda insan Shakespeare'i hatırlıyor ama kimse Elli Beşinci Sone'yi kime yazdığını hatırlamıyor." 

16 Eylül 2016 Cuma

Gökdelen/ J. G. Ballard


  Gökdelen/ J. G. Ballard
  183 sayfa/ Sel Yayınları
  Çeviren: Dost Körpe







Kitabı okumaya  karar veriş sürecim aslında bir yığın tesadüfün eseri. Öncelikle İstanbul Film Festivali dönemi sürekli kataloglarda, internet sitelerinde adına rastlıyordum. Açıkçası biraz da meraktan sosyal medyayı yoklarken filmlerle ilgili, Gökdelen(High-rise)'in bir kitabı olduğunu öğrendim. Bundan yaklaşık iki hafta sonra İzmir Kitap Fuarında yakın bir arkadaşımla gezinirken bu kitabı gösterip ne kadar okumak istediğini söylemesiyle kafamda puzzle parçaları birleşti. Ani bir kararla hem arkadaşıma hem de kendime birer tane aldım. Yani o nisan ayında evren bana "Oku bu kitabı!" dedi. 

Okuma sürecime gelirsek zaten gökdelenlerden nefret eden bir insanken, kitabın da beni destekleyeceğini düşünerek başladım okumaya. Ki öyle de oldu. 
En basit tanımla kitabın konusu, gökdelende geçen yaşamı distopyalaştıran bir bakış açısı ve olay örgüsü olabilir. Görüşünü haklı noktalara vardıran ama nedeninde nasılında birazcık takıldığım bir kitaptı benim için. Bazen kitabı kapatıp buraya nasıl geldik ya biz ve nereye varacağız sorularıyla baş başa kaldım. Beynimin çokça soru ürettiğini söylememe gerek yok sanırım. 

Yazarın İngiliz asıllı olduğunu öğrenmem ve esasında olayların Londrada 70'li yıllardaki bir gökdelende distopik bir türde geçtiğini birleştiren beynim beni biraz George Orwell'a yöneltti. Yazarın okuduğum ilk kitabı oluşu ve benim beynimin birleştirdiği parçalar birbirlerine çok da uyum sağlamadı. Ancak bunun yanında keyif almadım dersem yazarın zekice birleştirdiği parçalara ve hayal gücüne büyük haksızlık olur. 

Ne zamanki biri beni gökdelenlerin aslında güzel yerleşim birimleri olduğu konusunda ikna etmek isteyecek, benim de elimde okuduklarımdan yola çıkarak verecek bir çok cevabım olacak. Bu kitapla ilgili hayatıma etki eden güzel şeylerden yalnızca biriydi. Diğer yandan bir gökdelenin genişliğini, orada yaşayan birine nasıl etkileri olduğunu ve hayatını dikey bir şehre göre hapis olarak nasıl yaşadığını da gördüm. 
Ha kötü bir etki olarakta her okuduğum distopyadan sonra olduğu gibi bu sefer de insanlığa, yaşama ve bir şekilde sokulduğumuz kalıplara şiddetli bir tepki göstermek istedim. Sinirlendim. 

Bulduğum ilk fırsatta filmini internetten ya da daha güzeli Başka Sinema(umarım High-rise yeniden gösterimde olur) gibi güzel filmleri bize ulaştıran etkinlikler aracılığıyla filmini de -özellikle sinemada- izlemek istiyorum. Filme çekilmeye çok uygun oluşu, iyice merakımı artırdı diyebilirim. Kısacası distopyaları seviyor ve maalesef hayatımıza her geçen gün daha fazla katılan dikey şehirlere yıllar öncesinin Londra'sından bir bakış istiyorsanız hem kitabı okumanızı hem de filmi izlemenizi öneririm. 

Gökdelenleri eleştiren bir alıntıyı da buraya bırakıyorum: On yıllardır toplanan vergiler gökdelenin sürdürülebilir bir sosyal yapı olabileceği fikrine gölge düşürse de bu dikey kentler, halk konutlarının maliyetlerini düşürdüklerinden ve özel sektöre yüksek kazançlar getirebildiklerinden, sakinlerinin gerçek ihtiyaçları göz önüne alınmadan inşa edilip duruyordu. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

Aile Çay Bahçesi/ Yekta Kopan



   Aile Çay Bahçesi/ Yekta Kopan 
    142 sayfa/ Can Yayınları







Kitabı iki sene önce İstanbul'a ailemle birlikte üniversite gezmeye gittiğimizde bir kitapçıdan satın almıştım. Ambalajlı bir şekilde rafta sırasını bekliyordu. Okumak için elime alıp, ambalajı açtığımda ise kitaba başlamadan önceki bir sayfada -ithaf sayfası- sadece "Burcu'ya" -benim adım- yazıyordu. Adınızı bomboş bir ithaf sayfasında düşünün. Benim için çok mutlu edici ve güzel bir başlangıçtı kitaba. 

Kitabın konusundan kısaca bahsedersem; ailesinde ve toplumda kendisini arayan, ne ifade ettiğini bulmaya çalışan bir kadının hikayesi. Arka kapağında yazdığı gibi "Annesinin kuzusu. Babaannesinin birtanesi." Ama ya onlar için ne ifade ettiğini bilmediği insanlar? Bazı insanlar için ne ifade ettiğimizi bilmediğimiz ve keşfetmek için çabaladığımız anların bir hemcins karakter üzerinden anlatılışı esasında kitabın teması. 

Kitap özellikle bu ülke kadınlarına yakın gelebilecekken bir yandan da -bence- anti kahraman özellikleri taşıyordu. Müzeyyen(ana karakter) ne yana savrulduğunu bilemeyen, içinde kapasitesi çok fazla olan bir kin deposu barındıran bir kadın. Ancak bu anti kahramının da bizler gibi bir hikayesi ve anlatacakları var. Kısacası boş bir vaktinizde Yekta Kopanla tanışmak isterseniz akıcı ve yalın dilinin yanına okunası hikayesini ekleyerek sizler için iyi bir kitap seçeneği olabilir. 

NOT: Üzerinde her ne kadar roman yazsa da ben kitabı uzun öykü tadında okudum. Tam anlamıyla roman diyemememin yanında uzun öyküden de biraz fazlası denebilir. 

*Böyledir zaten, çocukluk, utanılacak sayısız anının birikimidir.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Göğü Delen Adam/ Erich Scheurmann



 Göğü Delen Adam/ Erich Scheurmann 
   110 sayfa/ Ayrıntı Yayınları
   Çevirmen: Levent Tayla






Sayfa sayısı açısından bir hayli kısa ancak içerik açısından çok dolu bu gördüğünüz kitap. Kendimizle daha doğrusu kitabın orijinal adıyla ifade edersem: Papalagi'yle -ki kitabın adıyla eş anlamlı Somoa diline ait kelime- yüzleştiriyor. Düşünün ki karşısında durduğunuz ayna sizi dürtüyor bir anda. Şaşırmaz mısınız? Kitaptaki anlatımda karşınıza çıkan, sizi size yansıtan satırlar dürtüyor sizi, tam manasıyla.

Çok geç olduğunun ve kitaptaki sözlerin bir çoğunun bende ne kadar istesem de yerine ulaşmayacağının farkındayım. 
Farklı başlıklar altında incelenen paradan zamana, evlerden mesleklere değin hayatımızın eğilimlerine hatta hayatımızın merkezlerini görmemizi sağlıyor. Merkezleri çünkü ne kadar inkar etsek de mesleğimiz, zamanımız ve paramız başta olmak üzere birden fazla şey kaplıyor hayatımızı ve yalın yaşamayı unutuyoruz. 

Her yazılana katılmasam da dışarıdan bakan ve bizim "Modern Yaşam" adını verdiğimiz hayata nötr yaklaşabilen birinin fikirleri sizi uyandırıyor. Mesela yiyeceğini doğadan karşılayan biri için meyveye para vermek, nehrin sularından susuzluğunu gideren kişi için suya para vermek; hatta ve hatta paranın kendisi bile dünyanın en garip şeyi olabiliyor.

Bunun gibi hoşuma giden alıntıları not ettiğim ve hayatımda değiştirmek istediğim temaların yanında, katılmadığım eleştirmek istediğim noktalar da var. Örneğin; sinema ve basılı kitap gazete gibi ürünlere bakış açısı. Çünkü her ne kadar sinema ve kitap keyif işleri olsalar ve az da olsa zararları bulunsa da (hayattan kopmak ve gerçekle gerçek olmayanı ayırt edememek gibi) aynı zamanda öğretici yönleri de var. En basit örnekle ben bu kitabı okumasaydım, Somoa yerlilerinin varlığından haberdar olmayacak ve kendi hayatıma dönüp bakmayacaktım.

Bunun yanında zamanla ilgili takıntıma ve fazla düşünen yanıma da bu kitaptan sonra dikkat edeceğim. Herkesin eğilebileceği yanlarını görmesi ve ufakta olsa dürtülüp uyanması için bu kitabı tavsiye ederim. İyi okumalar...

*Avrupa'da, para vermeden herkesin yararlanabileceği bir tek şey buldum: Hava. Havanın da, yalnızca unutulduğu için parasız olduğunu sanıyorum. Hani Avrupalının biri bu dediklerimi duysa, hemen hava için de yuvarlak metal ve ağır kağıt istemeye kalkar. Çünkü her Avrupalı, para istemek için yeni yeni nedenler arayıp duruyor.

4 Eylül 2016 Pazar

Kusma Kulübü/ Mehmet Eroğlu


  Kusma Kulübü/ Mehmet Eroğlu
   327 sayfa/ İletişim Yayınları








Daha önce hiç okumadığım bir başka yazarın kitap yorumuyla karşınızdayım. Fakat bu sefer yazacağım kitap yorumu benim için bir hayli zor bir yorum olacak. Bunun pek çok sebebinden biri yazarın dili: beni mıhlayan, yoran ama Hemingway okuduğumda aldığım tada benzer bir tat bırakmış bir kitap. 

Kitabı okumadan önce arka kapak yazısına yeniden baktığımda, karmaşık bana çok da bir fikir vermeyen bir yazı olduğunu düşünmüştüm. Adından da belli bir kusma kulübü anlatılacak sanıp büyük bir yanılgıya düştüm. Kitabı bitirdiğimde yeniden arka kapak yazısını okudum ve bana kitabın başka bölümlerinde, başka sayfalarında; satırlara ve satır aralarına sıkışmış şeyleri hatırlattı. Yani derinliği fazla olan bir kitap denebilir sanırım ilk olarak. 

Kitabın içeriğinde ise birbirinden ilginç ve çevremizden çok da uzak olmayan pek çok karakterlerle tanıştım. Satırları kafama kazırcasına okuduğuma göre, karakterlerde kafama kazındı denebilir. Bunun yanında kitap derin bir mesaj içerirken bir yandan da ülkemize, kişiliğimizi, düşünce yapımızı oluşturan pek çok şeye dair fikir verdi.

Kitapla ilgili normalde yapmadığım ama bu kitapta kendim için yapmak zorunda hissettiğim, detay kısmına girmeden içeriği anlatacağım ve belki de keşfedilecek olan bir kavramdan yüzeysel olarak bahsedeceğim için bir uyarı notudur. Rahatsız olacak olanlar farklı renkte olan kısmı okumasınlar. 
Diğer kısma başlamadan önce kitabın herkesin kitap zevkine hitap etmeyeceğini, damakta güzel bir tat bırakmayacağını ama bana kalsa belli bir yaşın üstünde -cinsellik detaylıca var olduğu için- ve midesi dayanabilecek olan -adından belli- zengin-fakir herkese okutmak isterdim. 

***
Kitabın merkezinde yer alan kaybolmuşluk, yalnızlık hissi öyle etkileyici bir biçimde hissettirildi ki insanlarla konuşmadan anlaşabilmeyi; bir bakışından, kafa hareketinden ne dediğini, ne hissettiğini anlayabilmeyi istedim. Bunun seni tanıyan ve senin tanıdığın insan miktarıyla ve aynı zamanda yakınlığıyla da alakalı olduğunu düşünerek karakterlere imrendim. Tabi bunun yazarın başarısı olduğunu ve gerçekte çok az sayıda böyle insan olduğuna inandığımı da söylemek isterim.

Bunun dışında kitap ilerledikçe ortaya çıkan "vicdan" kavramı öyle bir şekilde kitabı dönüştürdü ki, başladığımdaki yerden çok farklı bir yerdeydim. Bunun yanında Beşiktaş-Kadıköy vapurunda kitabımı okuyup, vapur iskeleye yanaşırken içeri girdiğimde, hoş sesli bir erkeğin elinde gitarı, Adamlar grubunun "Utanmazsan Unutmam" şarkısını söylediğini işittim. Benim denk geldiğim kısımda,
"Utan utan utanmayan insan olur mu lan
Altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan" diyordu. Ve ben aklım iyice karışmış bir biçimde kendimi Kadıköy sokaklarında buldum. 
***

Kitap hakkındaki anektodumu geçersek ben kitaptan çok etkilendiğimi ve Mehmet Eroğlu'nun kitaplarına karşı oluşan korkumu yendiğimi söyleyebilirim. Ancak bunun yanında başka bir kitabını okumak için aradan çokça vakit geçmesi gerektiğine karar verdim.