31 Ağustos 2017 Perşembe

Kürar/ Melike Uzun


 Kürar/ Melike Uzun 
 İletişim Yayınları/ 91 sayfa






Melike Uzun'un kalemiyle tanışmam tamamen tesadüfler silsilesiyle vuku buldu. Son zamanlarda çıkan "Soğuk ve Temiz" adlı kitabını görmüş ancak unutmuştum ardından. Ta ki çok sevdiğim bir arkadaşımla, kitaplara bakarken ona "öykü okumak istiyorum ama daha önce varlığından haberdar olmadığım bir şey de olsun istiyorum," diyene kadar. Kısıtlı zamanımdan da kaynaklı o sırada önerdikleri arasından en ilginç geleni seçtim. Yazar ve kalemi kadar kitabın isminin anlamından da arka kapağa bakana kadar habersizdim çünkü...

Yazarın başlangıçta beni zorlayan bir kalemi olduğunu söylemeliyim. Bazen çok az kelimeden oluşan cümle yapısı bazense cümleyi ucu bucağı gözükmeyecek şekilde -abartı tabii bu- virgüller aracılığıyla cümlenin başlangıcına kıyasla farklı yerlere götürmesi; bir miktar afallattı. Ancak daha fazla afalladığım yer, öykülerin acımasızlığıydı. Özellikle ilk öykünün sonunu okuduktan sonra kanımın çekildiğini hissetmem üzerine öykülere temkinli yaklaştım. Birkaç öyküde daha aynı çarpıcılığı bulduğumu söyleyebilirim. 

Kürar ile ilgili öykülerin tadını kaçırmadan birkaç bilgi vermeliyim, yoksa olur da bu yazıyı görüp kitaba şans verecek olan olursa onları yanlış bir seçime götürmeyeyim. Bu kitap iki ayrı bölümden oluşuyor: "Zehir" ve "Zemberek." İlk öyküyü okumadan önce karşımıza çıkan bir yazı var uzun olmayan. O yazıda kitapta metafor olarak karşılaşacağımızın siyalini veren iki hayvan var: kedi ile fare. İlk öyküden itibaren de, sebebini söyleyerek tadını kaçırmak istemediğim bir sebeple, var oluyorlar öykülerin içerisinde. Uyarı kısmıma gelirsem... Eğer kedileri çok seviyor veya evinizde halihazırda kedi besliyorsanız; okumamanız yararınıza olacaktır. Hayatımda değil kedi, bir evcil hayvan bile beslememiş biri olarak ilk öyküden fazlasıyla etkilendim. Tabii uyarı iki olarak da, ilk öyküdeki karakterlerimizin ikinci ve üçüncü öyküde de karşımıza çıktığını söylemem lazım. Karar sizin!

Yapısal olarak iki bölümden oluştuğunu da söylediğime göre, sanırım ikinci bölümü ilk bölümden daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim. "Zehir" bölümündeki öyküleri bitirdikten sonra "Zemberek" kısmına geçmek için araya iki haftalık okumadığım bir ara bırakıp, "Zemberek" bölümüne başladıktan kısa bir süre sonra kitabı bitirdiğim ve hala etkisinde olduğum için de olabilir tabii bu. Benimki sosyal ayrımcı bir yorum dahi olsa hayatın içindeki anları, durumları, insanları acımasız bir dille yazınında var eden yazar; bana viyolonsel sesi, Janis Joplin şarkıları, baldıran otu çağrışımları da bırakıyor. 

Keyifli olmayacağını ama denize ilk girdiğinizde soğuk suyun teninizde bıraktığı serinliğe, suya girdikten sonra alışacağınızı bildiğiniz gibi, kitabı okudukça öykülerin derdine de aşina olacağınızı söyleyebilirim. Gene de okuyup, okumayacağınızı siz bilirsiniz...

*Güzel bir sabah mı bilmiyorum, sessizlik iyidir ama havada kasaba kokusu var, kasabaların sessizliği kötüdür, sıkıntıyı büyütür, sıkıntıyı dağıtmak için el âleme rezil olmadan yapılacak bin bir türlü rezilliği büyütür. Öyle bir koku havada, birazdan herkes öğrenir canı sıkılan birkaç hergelenin can yakan oyunlarını. Oysaki koca bir şehirdeyim ben, burada kim ne etse yanına kâr kalıyor, doğduğumuz yerlere gömemediğimiz, bavullarımızın içine yerleştirip özenle koruduğumuz tedirginlik, güvensizlik, düşmanlık, katlanarak büyüyor sanki buralarda, kasabaların sessizliği gibi yapışmış yakamıza.

*Gebermek, dilinde ruhun tanrıya yükselişini anlatan yumuşak bir sözcüğe, kutlu bir işarete dönüşüyor. 

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Puslu Kıtalar Atlası/ İhsan Oktay Anar


Puslu Kıtalar Atlası/ İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları/ 238 sayfa


Puslu Kıtalar Atlası hatırladığım kadarıyla 2015 Eylül'ünden beri elimin gittiği bir kitaptı ancak almam 2016 Eylül'üne, okumam ise 2017 Temmuz ve Ağustos'una denk geldi. Evet, Temmuz ve Ağustos. Okuduğum yorumlarda birçok insanın bir çırpıda okuduğu kitapta ben oldukça uzun bir süre takılıp kaldım. Diğer bir deyişle elimde süründürdüm. 

Gözüm korkmasına rağmen içimden gelen sese uyarak başladığım eseri beğenmedim dersem ayıp ederim. Karakterlerin yaratılışı, o karakterlerin mekanlar içerisinde varoluşu; hem gerçek olabilecek bir tarihsel doku içerisinde anlatılışı hem de olamayacağını düşündüren yerleriyle pek keyifli bir okumaydı. Kendimi alışmaya adadığım sürecin sonunda pes ederek kitabın ve okumamın hep bu şekilde devam edeceğini kabullendim. Bu şekilde dediğim ne mi? Sürekli merak duygumu bastırmak için kelimelerin anlamına bakmak suretiyle okumamı bölmek gibi, anlatılanlara doydukça bir haftaya yakın süreler kitabı hiç elime almamak gibi...

Bu noktada birkaç da rahatsızlığım kendini belli etti. Örneğin, okuduklarımın bana verdiği mesajı; uzun bir süre içerisinde okuduğum için bazen unutabiliyordum, bu yüzden de her bir bölüm öncekine benzer bir düşüncenin ortaya konduğu gördüğümde heyecanlanıyordum. Ancak kitabın son sayfalarına geldiğimde "ee nerede bunun sürprizi," demekten kendimi alamadım. Yanı sıra kelimelerin anlamına bakmam gereken, hakkında bilgimin bulunmadığı alanlarla ilgili kısımları hayal gücümü zorlayarak okuma ihtiyacı duyduğumda; bu yoğunluk benim merakımı kıran bir faktör oldu. Tabii bunlar kişiden kişiye değişebilecek durumlar ancak benim okuma serüvenim bu şekilde gerçekleşti. 

Yazarın dilinde en çok dikkatimi çeken ise sıklıkla cümle başlarında yer alan bağlaçlardı. Ancak, ama, çünkü gibi kelimelere o kadar sık rastladım ki cümle başında benim yazış biçimimi de etkiledi. Uzun sürede okursanız, okuduklarınız hayatınızın ve dikkatinizin bir parçası oluyor sanırım. 

Son olarak da kitapla ilgili en sevdiğim ayrıntı olan önsözüne değineceğim. Önsöz Hulki Aktunç tarafından yazılmış ve toplasanız iki sayfa etmeyecek bir metinden oluşmuş. Lakin o kadar anlamlı bir giriş yapmış ki Puslu Kıtalar Atlası ve İhsan Oktay Anar ile ilgili, ne kadar da haklı olduğunu kendime tekrar ettim okudukça. "'Öyle' yazma yordamını imzalayan" Borges'ten söz ederken Anar'ın da kendi "harcı"nı hazırladığını ve "özel yazma yordamı"nı oluşturduğunu söyler. O kadar haklıdır ki aklınıza gelebilecek kurguya dair oluşan soruların büyük bölümüne cevap verdiği gibi yazar, gereksiz sayılabilecek ayrıntıları da okunası kılmıştır. Her yazarda olmayan bir özelliği ve giderek büyüyen bir okur kitlesi var nitekim. Hoşgeldim!

Kitabın özeti niteliğinde sayabileceğim bir alıntıyla bitireyim yazımı:

*İnsanların Dünya karşısındaki kayıtsızlığını da işte tam bu anda zihninde yakaladı ve babasının sözlerine bir anlam vermeyi başardı: Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun İhsan Efendi, Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi.Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya'nın şahidi olmaktı. 

Alıntıyı okuduysanız ve sevdiyseniz, ilginç karakterlerle karşılaşmak için kitaba da bir bakın derim. Ayrıca her ne okuyorsanız keyifli okumalar!

30 Haziran 2017 Cuma

Dul/ Jean-Louis Fournier


 Dul/ Jean-Louis Fournier 
 Yapı Kredi Yayınları/ 112 sayfa
 Çevirmen: Can Belge





Dul kitabını ilk duyuşum geçen yazın sonlarına denk gelir. Bir instagram hesabı üzerinden varlığından ilk defa haberdar olduğum kitabı İstanbul'a okulun başlamasıyla beraber döndüğümde gittiğim Yapı Kredi Yayınları'nın kendi satış mağazasında gördüm. Kitap alışverişlerimi durdurmaya çalıştığım bir dönem olduğu için de bir çeşit totemle karar verdim alıp almayacağıma. Totemim kitabın çevirmenini tanıyorsam kitabı almam yönündeydi fakat ben kimdim ki çevirmeni tanıyor olacaktım? Bu totemim kitabı almama aracı oldu çünkü şans bu ki çevirmeni tanıyordum...

Kitaptan beklentim zaman içerisinde giderek artan olumlu yorumlarla bir hayli artmıştı fakat ben bir süreliğine neredeyse aldığımı unutmuştum. Ailemin yanına dönerken ortaya çıkan sene içinde alınmış tüm kitaplarım arasından bana göz kırptı. Göz kırpışı güzel oldu fakat yeterli bir ışık saçıyor muydu göz kırpan gözler, bana sorarsanız, pek emin değilim. 

Konusunu anlatarak başlayayım. Nazım'ın "ben senden önce ölmek isterim" şiirinde dediği gibi, karısından önce ölmek isteyen yaşlı bir adamın bir gün kendini kırk yıllık eşinin ardından geride kalan olarak buluşunun anlatısı, Dul. Kitapta yer alan çoğunluğu birer sayfayı hatta yarımşar sayfayı geçmeyen anlatıların amacı ise gerçek hayatta tam da bu acıyı yaşayan Jean-Louis Fournier tarafından eşine ondan önce öldüğü için sitem etmesine aracı olması ve bir yandan da eşi yaşarken ona söyleyemediklerini söyleme imkanı sağlaması.

Kitapta yazma amacını şu sözleriyle özetliyor Fournier: "Bir kere, bu kitap senin hakkında değil, ikimiz hakkında. Sırf sen sevilmeye devam et diye yazmıyorum, bir defa daha benden bahsedilsin diye de yazıyorum. İkimizi birlikte yaşatmak için yazıyorum." Bu satırlarında bile biraz kendini hissettiren egosu ve zaman zaman kendini tekrar etmesiyle sıkıcı bir okuma haline gelebilse de; çoktan kül veya toprak olmuş bir insanı sevebilmeyi, geride kalan olurken özlemi en derin biçimde hissetmeyi ve daha da önemlisi yeniden anıları inşa edebilmeyi gösteriyor bizlere. İki kişilik dünyalarına yaşarken kattıkları insanlar gibi bir yokluğun ardından da çok kişiyi katabilmenin hikayesine dönüşüyor kitap. Bizi çoktan yaşanmış yaşamlarına ve aşklarına seyirci ediyorlar.

Samimiyetinden yer yer emin olamasam da etkilenmediğimi söylersem haksızlık etmiş olurum. Bazı sayfaları okumayı bitirdiğimde bir derin nefese ihtiyaç duyduğum ise bir itiraf olarak burada durabilir. Aşkı, ölümü ve diğer pek çok soyut olguyu sorgulamak isterseniz bakmanızı önerebileceğim bir kitap, Dul. 
Kitaplı günler dilerim!

*Eşyaların güzelliğinden anlayan o, niye beni seçmişti? Ben ki, hiçbir özgün üslubu olmayan, 20. yüzyıla ait kaba saba, kendi kendine düz duramayan, eğri bacaklı, bir bacağı diğerine göre kısa, sıradan bir eşyayım. O ise benim kısa bacağımın altına sıkıştırılan takoz olarak beni ayakta tuttu, onun sayesinde dik durabildim. O benim pasımı aldı, beni temizledi, beni parlattı. 

*Anlayabilmek için en kötüsünün başa gelmesini beklemek ne acı. Neden mutluluğu, ancak çekip giderken çıkardığı sesten tanıyabiliyoruz?

22 Haziran 2017 Perşembe

Antabus/ Seray Şahiner


    Antabus/ Seray Şahiner
    Can Yayınları/ 107 sayfa
    





(NOT: Yazı içerisindeki renk değişikliği Goodreads hesabım üzerinden yaptığım yorumdan alıntıladığım yerlerde değişiklik göstermekte...)

Yakın zamanda, takip ettiğim sosyal medya hesapları tarafından birbirine yakın dönemlerde okunan ve sıklıkla yorumlanan bir kitaptı Antabus. Merakımı kazansa da aynı zamanda hakkında yapılan iyi yöndeki yorumlarıyla beklentimi de yükseltmişti. Okumaya karar verişim, "hazır bu ara okuyamıyorsun, kolay okunduğu söylenen bir kitapla dene şansını," fikrinin zihnimde çokça dolaşmaya başlamasıyla gerçekleşti. Ha gayret okursun sen dedim ve yakın bir arkadaşımın hediyesi oluşuyla ilk fırsatta okumaya başladım elbette. 

Birçok yorumda bir oturuşta bitirildiği söylense de ben bir haftalık sürece yayıp kitabı oluşturan her katmanın tadını ayrı ayrı çıkardım. Karakterlerin varoluşunu, değişimini, olayların olgunlaşma sürecini keyifle okudum. Keyifle dediysem kitap keyifli olduğu için değil tabii...

Kitabın ana kahramanı olan Leyla aracılığıyla, bir ülkenin üzerindeki perdeyi kaldırıp altındaki yozlaşmayı gösteriyor bize yazar. Yozlaşmanın sebepleri olarak köyden kente göç, kadının ve kadınlığın aşağılanışı gösteriyor kendini. Toplumu siyaset ve ekonomiden daha fazla etkileyen gelenekçilik, aile yapısının çöküşü ve şiddetin meşrulaşması gibi etkenler de yazarın değindikleri arasında. Bu değinmeler arasına birçok birbirini bütünleyen düşünce giriyor ve düşünceler kitabı tamamlayarak başladığı yere düzgün bir dönüş sağlayan kurgu oluşturuyor. 

Kitapta vurgulananları okumak ve sindirmek ise hiç mi hiç kolay değildi, yazarın akıcı üslubu ve mizahı cümlelere yedirmesi olmasa! Bir üçüncü sayfa haberine komşumuza olduğumuz kadar yakın oluşumuzu ve televizyonun bir eğitim aracı olarak nasıl hayatımızda var olduğunu açıkça gösteriyor bize. Hem çok etkilenip hem çok üzüldüğüm ama ne yazık ki güldüğüm de bir kitap oldu... İronilerden ironi beğendiğim, kanıksadığım durumlara dönüp yeniden baktığım ve karşılaştıklarımdan hoşnut olmadığım durumların bir ardiyede yıllarca bekleyen eşyalar gibi bir kitabın sayfalarında beni beklediğini hissettim.

Ancak yine de bir toplumsal eleştiriyi eğlenerek okumak isteyen tüm okurların yolunun kesişmesi gereken bir kitap olduğuna inanıyorum efendim. İyi okumalar!

NOT 2: Pek tabii ben de Leyla karakterinin Nihal Yalçın tarafından tek kişilik bir tiyatro oyununda hayat bulmuş halini merak ediyor ve gelecek sezon izlemeyi umuyorum...

*Gaddarın suçu zulmettiğinde araması yüzsüzlük mü kendini bilmezlik mi kolay kolay anlaşılmıyor.

*"Tek zulüm gören sen misin? Bazılarının duvarları kalın sadece. Seslerini duymuyorsun."

14 Mayıs 2017 Pazar

Metal Yorgunluğu/ Tomris Uyar

  
    Metal Yorgunluğu/ Tomris Uyar
     111 sayfa/ Yapı Kredi Yayınları







Okumak gibi çok sevdiğim bir yanımla arama neredeyse 2017 başından beri bir mesafe girmiş durumda. Bu mesafeyi nasıl yapsam da aşsam derken öykülerin yararlı bir yol olabileceğine karar vermiştim. Ancak başlamamla bitirmem arasında geçen bir aylık süreye tembelliğim haricinde yalnızca iki sebep sunabiliyorum. Bunlardan biri İzmir Kitap Fuarı kapsamında bir süre çalışmış olmam bir diğeri ise kitap türlerinin ayrı bir kulvarı olarak gördüğüm çizgi roman türüne minik bir adım atmış olmam. İkisi de geçerli gözükmeyecek ancak yaşantımın parçası olmuş sebeplerdi. 

Gelelim Metal Yorgunluğuna... Metal Yorgunluğu içerisinde Tomris Uyar'ın farklı kitaplarından alınmış on öykünün bulunduğu bir derleme. Öyküler birbirlerine hem yakın hem de uzak olan bir dile ve konuya sahiplerdi bence. Aradaki farkları görebildiğiniz gibi benzerlikleri de fark edebiliyordunuz. Diline alıştıkça hikayelerin içerisine serpiştirilmiş sürprizlerle karşılaşmanın da ayrı bir tadı vardı elbette. Size bırakılacak bir boşluğu sezebildiğiniz gibi o boşluğu bir okur olarak tamamlamayı da beraberinde öğreniyordunuz. 

Örneğin dede-torun ilişkisine şahit olabildiğiniz gibi denizin dinlediği bir çifte sizin de kulak vermeniz mümkün oluyordu. Kendine yalanlar söylemeyi alışkanlık haline getirmiş insanlarla yolculuklardan yolculuklara atılan özgürlüğünün tutsağı olmuş diğerlerine selam çakıyordunuz. Çiçekleri sevmekten geri kalmazken bir ölüye ağıt yakabiliyor yaşanan acılara ortak oluyordunuz. Bu kelimeleri eksilterek yazılmış hikayelerin her biri yüreğinize eşit derecede geçmese de bazı cümleler daha anlamlı gelse ve bazıları daha az size dokunsa da sadece ve sadece Tomris Uyar'ın hangi kitabını daha fazla sevebileceğinizi anlamanız için bile anlamlı olabilecek bir öykü kitabı, Metal Yorgunluğu. 

Yazarla tanışmak için doğru bir yolculuk olur mu Metal Yorgunluğu derseniz, yazarla tanışma yolculuğumdan memnun kaldığımı söyleyebilirim. Bir miktar beni şaşırtma becerisi kitabın sonralarına doğru alışmam sebebiyle kaybolsa ve hikayelerin birçoğunu orta ve orta üstü düzeyde seviyor olsam da keyifli olduğunu inkar edemem. İkinci Yenicilerin kadın prensesini siz de tanımak için bir adım atın, pişman olmayacaksınız. 

*Sabahın erken saatlerinde, ilk serinlikte, koskocaman bir denizi paylaşan bir kadınla erkek arasındaki garip hısımlığı duymuşlardı. O saatlerde soluğunu tutup onları dinleyen denize karşı konuşmuşlardı.

*Değil mi ki Cumartesiler, bedenin derininde uyuklayan bir takım adsız duyguları yüzeye zorlamada, adlandırmada birebirdir. Düzenin hafta boyunca aksamayan uyuşuk akışı birdenbire kesintiye uğrar. Trenin tekdüze sallantısı duruverir. Bir istasyonluk -iki günlük- bir mola. 

4 Nisan 2017 Salı

Ya Da Biz Masal Olsak/ Ezgi Durmuş


  Ya Da Biz Masal Olsak/ Ezgi Durmuş
  199 sayfa/ Destek Yayınları







Uzunca ve zorunlu bir aranın ardından Beş Sevim Apartmanı'ndan sonra bitirebildiğim ilk kitabın yorumuyla yeniden buraya yazmak harika! Neden yazamadığım fazlasıyla benimle alakalı olsa da basitçe, reading slump dediğimiz okuyamama durumundan ve yeni dönemin getirdiği yoğunlukla başladığım hiçbir işe devam edememekten kaynaklandığını söyleyebilirim. İçinde bulunduğum dönem ise insanların vize haftası olsa da benim minimum sayıdaki -iki tanecik- vizemin, vize dönemlerinden sonra yapılacak oluşuyla bana boşluk yaratmış durumda. Değerlendirmesem ayıp olurdu elbet. 

Gelelim neden Ya Da Biz Masal Olsak'ı alıp okumaya başladığıma... Ya Da Biz Masal Olsak benim elimdeki iki kitabı eş zamanlı okumak için çabalayıp devamlılık gösteremediğimi fark ettiğim ve aynı sıralarda kötü bir haber alıp zihnimdeki her şeyi boşaltmak istediğim bir anda karşıma çıktı. Aslında kitabın varlığından haberdardım, yalnızca içini biraz karıştırmaya o dönemde karar verdim. Beni sayfaları çevirmeye iten o tanıdık hislerle dolu birkaç sayfa zaten çoktan kasaya gitmeme sebep olacak duruma sürüklemişti beni. 

Genç bir yazar ve bookstagram olan Ezgi Durmuş'un bu kitabı bize bir masal vaat ediyor en yalın haliyle. Nehir adlı ana karakterimizin duygularına, düşüncelerine ve en önemlisi acılarına (bunu duygulardan ayırma sebebim kitapta kendine vücut bulduğuna inandığım için) şahit oluyoruz. İçinde bulunduğu boşluğu dile getirerek başlayan Nehir, kitapta birinci tekil kişili anlatımına, onu o boşluktan kurtaran "hayatımın şansı" diye tanımladığı Hakan'ı ekleyerek devam ediyor. Okudukça keşke hikaye burada bıçakla kesilse deseniz de size hislerinizi, hayatınızı ve kendi masalınızı düşündüren bir sarmalın içerisine giriyorsunuz...

Terk edilmenin, kavuşmanın ve yüzleşmenin hikayesi olduğu kadar bir yandan da size güzel bir masal sunan bir kitap Ya Da Biz Masal Olsak. Üstelik ilerlediği çizgiyi bozan çatışmalara sahip olduğu kadar okuru şaşırtmaya da muktedir bir kırk sayfaya da sahip. Kitabı okurken karşılaşabileceğiniz "kader"in biraz yavan kaldığına inansam da vardığım yerin beni sarstığı da aşikar. Eminim ki başladığım günlerde bitirseydim bir buçuk ay sonra yerine, çok daha anlamlı ve mesajı yüksek bir kitap olurdu benim için. 

Her kitabın size verebileceği bir mesaj olduğuna inanırım okumaya başlarken. Sebepsizce okuma isteğiyle sayfalarını karıştırmazsınız bir kitabın. Karıştırdığınız sayfaların size sunmaya hazır olduğu bilgiler, yenilikler ve belki de mesajlar olduğuna inanırım. Keyfimize göre seçiyor olmamıza rağmen kitapları, kitapların da bizi seçtiği inancıyla okurum çoğunlukla satırları. Bu kadar kaderci sözden sonra, bu yazıya erişmiş insanlarla en azından kitapların okunma zamanı olduğu konusunda anlaşalım, ha? Ya Da Biz Masal Olsak'ı da zamana bırakın çünkü zamanı geldiğinde size kendini okutacaktır... 

NOT: Biraz iç dökme yazısına dönüşmüş olabilir. Mazur görünüz efendim...

*Ha bir de öyle beylik laflar edip büyük konuşmamalı. Hayat biraz kindar, büyük lafları da büyük konuşmaları da hiç unutmuyor. Yine de insan işte, büyük konuşuyor, büyük şeyler olsun istiyor; aklı almayacak, yüreğinden taşacak kadar büyük şeyler yaşasın diliyor. Omurgasından çok umutları tutuyor onu ayakta.

*Ya kaçtığımı sanarak sürekli başa dönecektim ya da gerçeklerle yüzleşip yeni hayatım için bir savaş verecektim. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanların cesaretiyle savaşmayı seçtim. 

21 Ocak 2017 Cumartesi

Beş Sevim Apartmanı/ Mine Söğüt


  Beş Sevim Apartmanı/ Mine Söğüt
  Yapı Kredi Yayınları/ 127 sayfa







İki seneye yakın bir zaman önce Tüyap İzmir Kitap Fuarından aldığım, 2016 senesinde ise Tüyap İstanbul Kitap Fuarında Baldanberi'den Kübra vasıtasıyla (çok teşekkür ederim yeniden) imzalattığım bu çok miktarda rahatsız edici ve düşündürücü kitabı okumayı dün bitirdim. Kendi ruhsal gidiş gelişlerim sebebiyle beklediğimden uzun sürede okuduğum bu kitap bende sanıyorum uzun süreler geçmeyecek yaralar bıraktı. 

Konusu nasıl anlatılır gerçekten bilemiyorum çünkü arka kapak yazısından öte ne söylesem içerisinde anlatılmak istenen sihirli dünyanın sihrini eksiltecek. Arka kapak yazısındaysa birbirinden farklı beş karakterin hikayesini okuyacağımızdan bahsedilir. Aslında hikaye sayısı altı; bir de Doktor Samimi var. Arka kapak yazısından en basit ifadeyle öğrendiklerimiz bunlar ancak kitapta her beş karakterin yanında, onların hikayelerinin parçası olan başka başka karakterler de mevcut. Bu hikayelerin her birini okurken apayrı dünyalara savrulup, apayrı tatlar alsak da -bazen acı, bazen ekşi, bazen geniz yakıcı ve nadiren tatlı- "cinperiler" bizi bir araya getirmekte gecikmiyor.  

Uzun uzun dile getiremeyeceğim sadece sonuna kadar beni fazlasıyla korkuttuğunu -gece okuduğum için- söyleyebileceğim yer yer fazla fantastik, yer yer gerçeğe yakın bu hikaye okunmaya fazlasıyla değer. Bilinmesi gereken ise bu kitabın ne mutlu bir hikaye anlattığı ne de insanda iyi duygular bıraktığı. Korkmanız, rahatsız olmanız, sorgulamanız ve en sonunda ise bolca düşünmeniz gereken bir kitap, Beş Sevim Apartmanı. Herkese "cinperili" okumalar :') 

*Bir uzaklara bakmış, bir parmaklarına. Bir gitmeyi düşünmüş, bir kalmayı. Bir yaşamı sevmiş, bir ölümü özlemiş. Bir sevinmiş, bir hüzünlenmiş.
(Altına düştüğüm notta tıpkı yaşam gibi yazmışım.)

4 Ocak 2017 Çarşamba

2016'da Okuduklarım/ İstatistiksel














İstanbul'dan evime döndükten ve güzel bir yılbaşı geçirdikten sonra geç de olsa bu paylaşımı yapmam gerekiyordu. Bu yıl benim için hedefli başladığım ve çoğunlukla hedeflerim doğrultusunda gittiğim bir yıl oldu. Gördüğünüz fotoğraftaki kitaplardan sayıca (38 kitap + fotoğrafta olmayan 3 kitap) memnun muyum? Çoğunlukla, evet. Memnun olmuşum esasında bu sene yapabildiğim diğer istediklerimle alakalı. Mesela bu sene İstanbul Tüyap Kitap Fuarında İletişim Yayınları standında çalıştım. Fuarın öncesinde başlayan ve sonrasında devam eden İletişim Yayınlarında yaptığım staj bana hayal bile edemediğim bir tecrübe sundu. Üniversiteyi ailemin uzağında, şehir dışında okumamın haricinde ilk defa bir arkadaşımla beraber şehir dışına tatile gittik. Doyasıya Ankara'yı gezdik. Bunların dışında internet üzerinden iki kitap inceleme yazım yayınlandı ve ek olarak okuldaki bölüm hocalarımdan Erkan Saka'nın önderliğinde dijital dünya hakkında paylaşım yapan bir internet sitesinde "Sosyalkafa"da yazar oldum. 

http://www.edebiyathaber.net/bir-sis-perdesinin-altinda-berber-burcu-demirer/
http://kitapeki.com/verilen-sesler-arasinda-bir-dostluk/

(Yukardaki ikisi kitap inceleme yazılarımın linki olmakla beraber, alttaki ikisi ise Sosyalkafa'ya yazdığım yazıların linkleri..)

http://sosyalkafa.net/2016/12/24/bir-21-yuzyil-hikayesi-internette-dil-kullanimi/
http://sosyalkafa.net/2017/01/03/kitap-alisveris-rehberi-1internet-uzerinden/

Evet, kötü bir yıldı ülkemiz için ve bunu değiştirebilecek tek şey okumak sanıyorum. Bu yüzden gelecek yıla yeni hedeflerle ve umutlarla girdim. Fakat burada yazının amacı geçen yıla dair bir döküm yapmaksa, okuduğum kitaplarla ilgili bazı istatistikleri ekleyeyim. 

Öncelikle 41 kitap okumuşum. 
41 kitabın 8'i İletişim Yayınlarından. (Fotoğrafta gözükmeyen Aklımdaki Che'de İletişim'den.)
                 2'si Metis Yayınlarından.
                 3'ü Doğan Kitaptan. 
                 9'u Can Yayınlarından. (Arkadaşımda olduğu için fotoğrafta yer almayan Bu Kitabı Çalın da Can'dan.)
                 5'i Yapı Kredi Yayınlarından. 
                 1'i İş Bankası Yayınlarından. 
                 1'i Remzi Kitabevinden.
                 1'i Bilgi Yayınevinden. 
                 1'i Artemis Yayınlarından.
                 1'i Pegasus Yayınlarından.
                 1'i Dedalus Yayınlarından. (Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı Dedalus'tan.)
                 2'si İthaki Yayınlarından. 
                 1'i Domingo Yayınlarından. 
                 1'i Ayrıntı Yayınlarından. 
                 2'si Sel Yayınlarından. 
                 2'si Everest Yayınlarından. 
16 farklı yayınevinden okuduğum 41 kitapla beraber toplamda 9.869 sayfa okumuşum ve bu da günde 27 sayfa gibi bir rakama denk gelmiş. 

Favorilerimi sıralamak gerekirse(okuma sırasıyla);
1) Can/Andrevi Platonov/Metis Yayınları
2) Çanlar Kimin İçin Çalıyor/ Ernest Hemingway/ Bilgi Yayınevi
3) Bülbülü Öldürmek/ Harper Lee/ Sel Yayınları
4) Middlesex/ Jeffrey Eugenides/ Domingo Yayınları
5) Kusma Kulübü/ Mehmet Eroğlu/ İletişim Yayınları
6) Kabuk Adam/ Aslı Erdoğan/ Everest Yayınları
7) Bir Deneme Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi 

En fazla okuduğum ay Eylül olurken 22 tane Türk yazardan 19 tane yabancı yazar(lar)dan kitap okumuşum. 

Bunca dökümün tek amacı seneye baktığımda daha iyilerini buraya yazabilmem. Sizlere de her anlamda daha iyi bir yıl dilerken, asla okumayı ve hayal kurmayı unutmamanızı temenni ediyorum. Mutlu seneler :')

Bir Deneme Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi


Bir Deneme Bir Ders: Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi/ Roland Barthes
  64 sayfa/ Yapı Kredi Yayınları
  Çeviren: Mehmet Rifat-Sema Rifat







Sanıyorum şu ana kadar girdiğim yorumlar içinde beni en çok zorlayacak kitap yorumu Barthes'ın bu nadide eseri için olan olacak. Neden zorladığına gelirsek, Barthes Fransız bir sosyolog. Sosyolog olmasının yanı sıra Göstergebilim adında bir araştırma dalının da en önemli temsilcisi. Bu kitap başta olmak üzere diğer birçok eseriyle de Göstergebilimi (Semiyoloji) ne kadar içselleştirdiğini, dili kullanımını bu araştırma dalıyla harmanladığını görmeniz mümkün. 

Gelelim benim bu güzel dil kullanımıyla nasıl tanıştığıma.. Halkla İlişkiler okuduğum için bize bölümde bolca sosyolojik anlamda bilgi sağlanıyor. Bilgilerin çoğunluğu görseller ve göstergeler üzerinden ilerlediği için biz de bu alanda çalışmalar yapan sosyologlarla tanışıyoruz derslerimizde. Benim özellikle Barthes hakkında okumalar yapmama sebep olansa bir reklam afişini Barthes'ın semiyolojik analizine göre yorumlayacak olmamızdı.

Ödevi yapmam ya da Barthes'ı anladığımı sanmak yanılgısına düşmem beni Barthes okumaktan uzaklaştırmadı. Fuarda çeşitli yayınevlerinin standında gördüğüm ve iki yayınevinden satın aldığım kitapların aksine, konu anlamında ilgimi çeken ve bir mit olarak Eiffel Kulesini anlattığını fark ettiğim denemesini ve birbirlerini tamamladığı söylenen diğer metinle, Açılış Dersi'yle başladım okumalarıma.

Öncelikle, -ne kadar Barthes'ın o muazzam anlatımına erişemeyecek olsam da- Eiffel Kulesi'nin aslında tarihsel anlamda yapılma süreci gereği ne olduğu, ne olarak görüldüğü ve zaman içerisinde hangi anlamları taşımaya başladığı anlatılıyor satırlarda. İpincecik bir kitabın içerisine bunca güzel sözün, birbirinden farklı bağlantılarla zihin açıcı detayların girişi ve insana "Bunu da mı düşünmüş, böyle miymiş bu?" dedirtmesiyle sürekli hale gelen bir aydınlanma hali bahşediyor. Bunun yanı sıra hem bakan bir göz, hem de bakılan bir nesne olmanın aynı zamanda da şehrin ırmaklarından doğarcasına şehre aitken diğer yandan da şehri koruyup kuşatan bir varlık haline geliyor, Kule. Tıpkı hayatımıza egemen hale gelmiş pek çok nesne ve fikir gibi Eiffel Kulesi de Paris'e egemen hale gelirken aynı zamanda da benliğimizde kabul kazanıyor. Yazarken aklıma gelen nice göstergeden ve anlamından vazgeçiyorum çünkü bu yazıyı okuyan ve Barthes'la tanışmaya karar veren kişiler olursa, o kişiler de bu kitabı okuyup benim kadar zevk alsın istiyorum. 

Kitabın Açılış Dersi başlıklı kısmında ise 1977 yılında bir ders açılışı için yazılmış olan ders anlatımı yer alıyor. Bu ders ne sıradan bir ders ne de eğitim verilen kurum sıradan bir kurum. Ders Edebiyat Göstergebilimsel Kürsüsünün açılış dersi, eğitim kurumuysa College the France. Kürsünün başında yer alan Barthes bu derste neler olacağıyla ilgili uzunca -20 sayfa kadar- bir anlatımda bulunuyor. Bu anlatım nerelerden geçmiyor ki; dile bakış açısından, bilimsel bilginin nasıl var olduğundan, Tarih biliminden... Göstergelerin hayatımıza yalnızca nesne olarak değil dil olarak, söz olarak da uzunca birikimlerden sonra nasıl girdiğini birer birer yazısına döküyor. Eğitimci olarak kendini eleştirmekten de geri durmuyor.

Kısacası Barthes zorlu bir okumayla beraber; okuyucuyu sorgulamaya, fark etmeye, ayırt etmeye ve yeniden keşfetmeye çağırıyor. Bir anlatımın söze dökülmüş en güzel halini sunuyor bize Barthes. Hem bilimsellikten uzaklaşmadan hem de okuyucuyu sosyolojinin sınırlarına hapsetmeden, gayet insanca. Tanıdığım okumayı seven her insana ısrarla önereceğim bir kitap, Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi. Peki ben Barthes okumaya devam edecek miyim? Kesinlikle! 

NOT1: Çevirinin anlaşılırlığı ve başarısı için Mehmet Rifat'a ve Sema Rifat'a teşekkür ederim...
NOT2: Kitapta yer alan her satırda gözüm en az iki kez gezinmiştir ve gezinmeye de devam edecek çünkü okurken her sayfada en az 2 en fazla 5-6 cümle kadar çizdiğim cümle bulunmakta. 

*Onunla karşılaşmak zorunda kalmamış Paris'li bir bakış bulunmadığı gibi, er ya da geç onun biçimini bulmayan ve onunla beslenmeyen bir düş de yoktur; bir kalem alın elinize ve bırakın elinizi, yani düşüncenizi kendi haline, çoğu zaman Kule çıkacaktır ortaya, şu yalın çizgiye, tek mitsel işlevi, şairin deyişiyle taban ile tepeyi ya da yer ile gökü birleştirmek olan şu yalın çizgiye indirgenmiş olarak. 

*Ama dil, her anlatım yeteneğinin edim haline getirilmesi olarak, ne gericidir ne de ilerici; yalnızca faşisttir; çünkü faşizm söylemeyi engellemek değil, söylemeye zorlamaktır.