4 Eylül 2018 Salı

Ethan Frome/ Edith Wharton


 Ethan Frome/ Edith Wharton
 Çeviri: Taciser Belge
 Helikopter Yayınları/ 118 sayfa






Dürüst olmak gerekirse bu kitabı okumak normal şartlarda aklıma gelmezdi. Gelmezdi derken haberimin dahi olmamasından söz ediyorum. Fakat ne büyük bir kayıp olurmuş böyle bir şey... Rory Gilmore Kitap Kulübü'nün bir buluşmasına ilk defa, Nisan ayı kitabını konuşmak için gitmiştim. Planlandığı gibi gerçekleşseydi yaz buluşması yapılacak ve başka bir kitap konuşulacaktı. Ancak buluşma gerçekleşemeyince bir kitap daha seçildi. İşte o kitap: Ethan Frome. Kitaptan haberdar oluşum ve konusuna daha kitabı edinmeden önce vuruluşum buna dayanıyor. Bu sefer girizgahı kısa kesip kitap hakkında bolca konuşmak istiyorum. 

Helikopter Yayınlarının baskılarında dikkatimi çeken ilk güzellik arka kapak yazıları. Diğer yayınevlerinin baskılarında genellikle arka kapak yazısını yazan kişinin kim olduğunu okur bilmezken (kitap hakkında iki kelam eden eleştirmen veyahut yazarlardan bahsetmiyorum, onların cümleleri ismi belirtilerek alıntılanıyor zaten), bu yayınevi arka kapakta çevirmenin birkaç cümlesiyle sunuyor kitabı okura. Ethan Frome kitabının arka kapak yazısı, kitabı o kadar güzel tanımlıyor ve okura sunuyor ki kitapla en haşır neşir olmuş kişinin kaleminden döküldüğü belli oluyor. Mutlaka bakmanızı öneririm. 

Konuya gelirsem kitabımız New England'a bağlı -gerçekte olmayan- Starkfield isimli bir kasabada geçiyor. Kitabımız kasabaya elektrik santralinde marangozların yaptığı bir grev döneminde, duruma hakim olmak için dışarıdan gelen bir mühendisin gözünden anlatılmaya başlıyor. Mühendisimiz postaneye her gidişinde, onunla aynı saatlerde, postaneye kızağından inerek yürüyen bir adama rastlayıp, ardından ona dikkat kesildiğinde kitaba ismini veren karakterimizle tanışıyoruz. Anlatıcımıza göre kasabadaki en ilgi çekici insan Ethan Frome ve onun postaneye girişini izlemesine neden olan durum ise ayağındaki aksaklığa duyduğu merak. Bu ilk izlenimin okuru kitabın aşağı yukarı seksen sayfasında anlatılacak olan olaylara götürdüğü de söylenmeli tabii. 

Okurken kendi kendime kitabın ne kadar muazzam olduğunu düşünmeme sebep olan bulduğum birkaç neden var. İlki, kitabın katmanlı duruşu ve bu katmanlar birleştiğinde kitabın hem tamamlandığını hem de henüz bitmediğini hissettiren o hava. Yazar bunu başarmak için, sanıyorum, şöyle bir yol izlemiş: Anlatmak istediği olayları okura aktarmak için bir anlatıcı karakter yaratmış, ki bu karakter o coğrafyaya yabancı biri olmalı. Böylece her şey bize olduğu kadar karakterimize de yabancı olacaktı. Bununla kendimi mühendisin yerinde rahatça bulabilmiş, onunla duygudaşlık hissetmiş oldum. Sonrasında ise kitabın bölüm numaralarıyla ayrıldığı, yani Ethan Frome'un ayağının aksamasına yol açan olayların anlatılmaya başlandığı yerden itibaren Tanrı bakış açısı olaylara hakim oluyor. Okur da gerçeklik duygusunu sorgulamadan Ethan Frome'u ve beraberindeki karakterleri tanımaya başlıyor bu anlatıcı değişimiyle beraber. Bir bilenden olayları dinleyip aktaran bir mühendis (yazarın belirlediği anlatıcı), aynı etkiyi vermeyecekti bence okurken. Burada yazarın teknik sayılabilecek detay seçimlerinin kitabın ruhuna çok uygun olduğunu hissettim kitap boyu.

Kitabın ne kadar iyi olduğunu düşündüren diğer şey ise benim özlem duyduğum bir iklimde, ülkemizde sıklıkla rastlanmayan bir coğrafyanın etkisinde bir hikaye oluşu. Çetin bir soğuk altında atların nallarının donmuş buz üzerinde çınlayan sesini duyabildiğim,
ağaçların dallarının kar kütleleri altında kırılıp düşme sesini üzerinde taşıyan bir mevsim bu. Bu soğuk havaya henüz genç olan ve mühendise bahsedilen kazadan önceki umutlu bir karakter resmi oturuyor. İşte tam bu havaya bırakılan nefesler, görevlerine karşı duyduğu sorumluluk ile gönlünde çarpan tutkular arasında kalan karakterimize ait. Güneşin vuruşu, buzun eriyişi, doğanın varlığı o kadar iyi yansıtılıyor ki karakterlere dair psikolojik analizlerle yan yana durdukça beni yazarın diğer kitaplarını da okumaya itiyor. 

Kaza anının öncesini ve kaza anını yazarın çok iyi anlattığını düşünüyorum. Seksen sayfalık Tanrı bakış açısından anlatılan olay sona erip mühendisin sesine geri döndüğümüzde anlatılanlar çemberi tamamlanmış ve başlandığı yere dönmüş olunsa da okurun aklının kapattığı son sayfanın gerisinde kalacağını düşünüyorum. Tam da bu sebeple, New York Times'dan alıntılamam gerekirse "zorlu, hiç akıldan çıkmayacak" bir roman okumak isterseniz Ethan Frome'a mutlaka bir bakın. Şiddetle öneririm! 

*Misafirliğinin ilk günlerinde iklimin canlılığı ile toplum hayatının cansızlığı arasındaki karşıtlık bana çok çarpıcı gelmişti. Aralıkta başlayan kardan sonra parlak mavi bir gökyüzü bembeyaz manzaraya her gün sel gibi bir ışık ve hava yağdırırken yerden yukarı yansıyan yoğun bir ışık belirir. İnsan sanır ki, böyle bir atmosfer kan dolaşımıyla birlikte duyguları da kamçılayacak; ama bütün bunlar Starkfield'in tembel kalp atışlarını daha da yavaşlatmaktan başka bir değişim yaratmaz. 

*Köyde hemen herkesin bazı "sorunları" vardı, ne olduğu, neresinde olduğu açıkça bilinirdi; ama yalnızca seçkinlerin "komplikasyonları" olurdu. Bunlara sahip olmak bir payeydi, ama çoğu durumda ölüm tezkeresiyle aynı anlama gelirdi. İnsanlar yıllarca "sorunlarıyla" boğuşurdu, ama "komplikasyon varsa" hemen hemen her zaman ona teslim olurlardı. 

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Beton Bahçe/ Ian McEwan


 Beton Bahçe/ Ian McEwan 
 Çeviren: Figen Bingül 
 Sel Yayınları/ 129 sayfa






Bu kitap hakkında, belki de ondan önce, ilk olarak Ian McEwan ile ilgili söyleyeceklerim var. İlk defa Çocuk Yasası isimle kitabıyla adını duysam da yazarın, Bir Ölüm Bağışlamak kitabını bana hediye eden arkadaşım (bundan iki yazı öncesinde bahsettim) aracılığıyla ilk olarak Beton Bahçe'yi okumaya karar verdim. Fakat bilirsiniz ki hayat sürprizlerle dolu... Bahar dönemindeki derslerimizden birinde, hocamız derste okuyacağımız öyküler arasına Ian McEwan'dan da bir öykü eklemiş. Nereden bilebilirdim ki o öyküyü bu kadar seveceğimi...

Ne bundan dört sene önce yayımlanan bir kitabı ne de ilk romanı; bunlardan önce yayımlanmış First Love Last Rites isimli öykü kitabındandı yazardan okuduğum ilk şey.  "Butterflies" isimli okuduğum ilk öyküsü, insanı şaşkınlığa uğratan ve rahatsız eden bir gidişatı olmasından ötürüdür ki ilk öykü kitabından üç yıl sonra yayımlanan ilk romanından da beklentim yüksekti. Ne yazık ki McEwan'dan okuduğum ilk öykü kadar etkilendiğim bir roman bulamadım karşımda. 

Öncelikle kitabın arka kapağında yer alan yazının ve romanın ilk cümlesinin beklentimi hayli artırdığını söylemem gerek.  Diğer yandan kitabın konusuna gelirsek, annesini ve babasını kaybettikten sonra geride kalan dört kardeşin yaşadıkları diyebiliriz kısaca. McEwan'ın İngilizce okurken olduğu gibi Türkçe okurken de akıcılığından ve basit anlatımından bir şey kaybetmemesi beni en çok sevindiren tarafıydı. Yalan yok, kendini insanı boğmadan okutuyordu. 

Bu kardeşlerin yaşamı, bir başka dört kardeşin anne ve babasını kaybettikten sonra  yaşayabileceklerinden kesinlikle farklı. Bununla ilgili ilk söyleyebileceğim yaşadıkları çevrenin terk edilmiş bir alan olması. Bir tarafında gökdelenler yükselirken diğer tarafında yıkılmış ve terk edilmiş evlerin bıraktığı boşluklar var. Bu sebeple çığlık atsalar, karşı evin odalarını görebilen şehrin çirkin yapılarına kıyasla, sesleri duyulmaz. Bunun verdiği birçok rahatlık vardı bence olay örgüsünün kurulmasında. Yazar, kardeşleri alabildiğine serbest bırakıyordu bu seçimiyle. Kitabı öneren arkadaşımın, kitapla beraber önerdiği makale romanın psikanalitik bir okumasını yapıyordu; bu makaleyi okurken evlerinin çevresindeki boşluğun yalnızca fiziksel değil zihinsel bir alan açtığını da fark ettim karakterlere. Her ne kadar okurken psikanalize yönelik bu ögelerin üzerinden atlayıp geçsem de incelemeye de konu olduğu gibi romanda fazlaca yer kapladığı doğru. Bu bakış açısıyla okuyunca neredeyse her cümlenin altından Freud kendini gösteriyor okura.

Toplum bize pek çok "rol" yüklüyor fakat rollerin en yoğununu gerçekleştirmesi beklenen anne ve baba gibi iki otorite figürü ortadan kalktığında, öncesinde abi-abla-evin en küçüğü gibi rolleri taşıyan karakterler bir anda boşluğa düşüyorlar. Bu onların rollerini, kaybettikleri otoritenin rolleriyle değiştirmelerine sebep oluyor. Olayların öncesinden ileri gelen aksak büyüme süreçleri de bu konuda onlara yardımcı olmaktan öte bir başka yola girmelerine neden oluyor. Bu noktada her zaman akrabalardan ve arkadaşlardan izole bir yaşam sürmüş kardeşlerin yaşamı, dışarıdan gelen bir başka insanın müdahalesiyle evriliyor. Böyle bakınca insanı irkiltecek, yer yer tiksindirecek manzaralar yer alıyor kitapta. Fakat bunun, zaten böyle olacağını (bana) birçok defa hissettiren yazar; okuru gelecek olan olaylardan da haberdar etmiş oluyor. Hal benim açımdan böyle olunca, Butterflies öyküsünden çok daha az etkilendiğim bir metin buldum karşımda. Son cümleyi özellikle çok beğensem, bütünlüklü bir roman olduğunu düşünsem de ne yazık ki bayılarak okumadım kitabı. 

Kitabı ayıla bayıla okumamam büyük ölçüde benimle alakalı fakat eğer yorumumun sonunda fikriniz kitaba şans vermekten yanaysa, benim gibi beklentinizi yükseltmemeniz ilk önerim olacaktır. Bunun yanı sıra anlatıcıya güvenmemeniz ve aslında yaşadığımız hayatlarımızda her birimizin diğerimizden daha güvenilir olmadığını da hatırlayarak okumanız insanın zihnini anlamak adına yerinde olacaktır. Keyifli günler, mutlu okumalar. :')

*Onun bağımsız varlığının açık gerçekliği beni çarpmıştı. Ben okuldayken bile devam ediyordu. Yaptığı şey bunlardı. Herkes devam ediyordu. O zaman bu kavrayış unutulmaz ama acısızdı. Şimdiyse masadan yumurta kabuklarını çöp kutusuna almak için öne eğilmesini seyrederken aynı farkına varış, bana dayanılmaz bir şekilde hem hüzün hem de tehdit duygusu verdi. Ben her ne kadar onu icat etmeye ve yokmuş gibi davranmaya devam etsem de o benim özel bir icadım değildi, ne de kız kardeşlerimin. 

*Yaptığımız sıradan bir şey miydi, bir hata bile olsa anlaşılabilir bir şey miydi, ya da eğer ortaya çıkarsa ülkedeki her gazeteye manşet olacak kadar tuhaf bir şey miydi düşünemiyordum. Veya bunların hiçbiri; yerel gazetenizin alt satırlarında okuyabileceğiniz ve bir daha hiç düşünmeyeceğiniz bir şey miydi?

16 Ağustos 2018 Perşembe

Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz


Esir Sözler Kuyusu/ Sema Kaygusuz
 Metis Yayınları/ 93 sayfa






Çok uzun zamandır okumak istediğim bir yazarın okuduğum ilk kitabıyla, kitabı bitireli bir hafta olmuşken geç yazılan bir yazı ile buradayım yeniden. Sema Kaygusuz'un yayımlanmış ilk kitabı olmasa da kronolojik olarak bakıldığında yazdığı ilk öyküler bu kitapta yer alıyor. İlk dedim ise ilk gençliğinde yazdığı öykülerin içinden seçilenler desem daha doğru olur... Bu kitap sizi vuracak bir "İlk Söz" yazısıyla başlıyor. En azından beni vurdu... İlk Söz'ün içeriğinde; Kaygusuz'un hayatında yazarlığın yerine, kendine yönelttiği eleştirilere yaşadığı on yılların etkisini katan bir bakış açısına, yayın sektörüne yönelttiği eleştirilere ve son olarak bir duasına/dileğine şahit olabiliyorsunuz. Dördüncü kitabını yazdığı ilk öyküleriyle donatmasını ise şöyle açıklıyor: "Gerçek şu ki, bundan sonra yazacaklarıma kaynak oluşturan bu öykülere sırtımı dönmektense, onları sırtlanmayı yeğledim. Ama asıl önemlisi, on sekiz yaşında bir kıza kendimi bağışlatmamdı."

Öykü türü hakkında kelam etmek, bence, bir hayli zor. Birçok öykü kitabında olduğu gibi bu kitapta da kimi öyküler, hakkında tez yazacak kadar derinlikli olurken, kimileri bir defa okumakla miladını dolduracak, bazıları ise anlaşılmayarak zihinde yanındaki soru işaretiyle birlikte yer edecek. Ama bana sorarsanız bu on üç öykünün on üçü de, kendini hayatınızın kimi noktalarında hatırlatmaya müsait. Bu yüzdendir ki bitireli bir hafta olmasına rağmen bazı günlük konuşmaların yaptığı çağrışımla aklıma gelen bazı kısımları açıp yanımdaki kişiye okumuşumdur; gerek defterime not aldığım, gerek almadığım alıntıları. 

Mesela iki tane anlamadığım ve üzerine düşünmeye karar verdiğim öykü var. Bunlar: Soyunuk ve Yılanlar. "Yılanlar" isimli öykü kelime kelime üzerine düşünülse yerinde olacak bir metin bence. İki sayfacık olsa dahi tamamını çözemediğim bir dolu anlam saklı sanki içinde. "Soyunuk" öyküsü ise büyük harf kullanılmadığı, noktalama işaretleri öyküde bulunmadığı için; nerede bir cümle bitmiş de diğeri başlamış bilinemediği için sizi oradan oraya savuruyor. Okurken okuyucunun işini kolaylaştıran tek şey paragraf geçişlerinin olması olsa gerek. Bunun haricinde kelimelerin yan yana gelip farklı cümlelere dönüştüğü her seferinde, size başka bir okuma vadediyor esasında metin. 

Çok sevdiğim öyküler de oldu pek tabii, dört tane. Bunlar: Sessizlikler, Gölde, Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim ve Üşüyen. "Sessizlikler", bir insanın dürüstlüğünün en beden bulmuş hali olmalı. Çok güzel bir başlangıç sunan ve bu izlekte insan psikolojisinin itiraf edilmemiş bir tarafını yansıtan bir öykü olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan "Gölde", ikili ilişkilerin çapraşıklığına göz atan ve sizi de karakterleriyle beraber gölün ortasına götürme olasılığı çok yüksek bir metin. "Bir Otobüs Şoförünü Sevmiştim" öyküsü ise kendinden yapacağım bir alıntıyla şöyle tanımlanabilir: "Gördünüz mü? Gördünüz, gördünüz... ama işinize gelmiyor! Bulaşmak istemiyorsunuz kimseye!" Tanıdık geldi mi? Son olarak "Üşüyen" öyküsü, kitapta yer alan bütün öyküler içinde kitabı sonlandırmaya en uygun aday ve halihazırda sonlandıran öykü. İnsanı akışına alırken birden yumruklayan, bu sebepten okuduğunuz sırada size aynalık eden bir öykü. Keza bir kadınsanız bunun dışındaki birçok öykü de sizin için bu işlevi üstlenecektir.

Her öyküden söz edemesem de fikir edinmenizi sağlayacak kadar bahsettiğimi düşünüyorum. Bu sebeple bir yazarı tanımak için gayet uygun olduğunu düşündüğüm Esir Sözler Kuyusunu, bende ilk olarak okuyucusuna dürüst olduğu izlenimini bırakan bu yazarın sesine ortak olmak istediğinizde lütfen edinin. Her ne okuyorsanız iyi okumalar dilerim. :')

*Birkaç hafta önce istismar denilen bir tavırdan söz etmişti babam. İnsanın insana ettiği kötülüklerin en küçüğü, öte yandan en aşağılık olanıymış, istismar. O zaman, ne demek istediğini pek anlayamasam da, istismara açık zayıf yanlarımızdan yararlanarak, insandan insana çarparak mahvolduğumuzu, tarih öncesi bir cadının büyülü küresine baktığı gibi salonumuzda açılan kara boşluğa bakarken gördüm. Bir de kendi istismarımı...

*Ama ben biliyorum, birçok insanın kendilerine uygun olmayan biriyle belli belirsiz flört ettiğini. Tanıdık taksi şoförlerine; yalnızca üst yarısından tanınan, ayağa kalkınca yabancılaşan banka memurlarına; kuaförlere, market kasiyerlerine, dişçilere, yalnızca o an için, yalnızca orada, onlarının yanındayken inceden inceye yakınlık duyulduğunu; gündelik yaşamın tekrarından bizi bu uzak ve tehlikesiz yüzlerin kurtardığını biliyorum. 

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar


 Bir Ölüm Bağışlamak/ Marguerite Yourcenar
  Adam Yayınları/ 85 sayfa
  Çeviren: Hür Yumer




Marguerite Yourcenar'ın kitaplarını ilk kez fark edip incelememi sağlayan kişi ile hakkında fikirlerimi beyan edeceğim bu kitabı hayatıma katan aynı insan. Buradan isim belirtemeyecek olmakla birlikte o bu yazıyı okursa üstüne alınacaktır pekala. Yeniden ve tekrar teşekkür ederim. :')

Neredeyse tüm Yourcenar kitaplarını son iki, iki buçuk sene içerisinde almış olsam da okumak için bu yazara bir tür hazırlık gerçekleştirmem gerektiğine inanıyordum. Sayısız defa elim gitti, kitaplarından herhangi birini, özellikle de Bir Ölüm Bağışlama'yı, okumak çok defa aklımdan geçti. Okumam; hiç de hazır olmadığım bir ana, kitap seçmeye çalışırken ne okusam diye seçenek sunup sorduğum birbirini tanımayan arkadaşlarımın benim yerime bu kitabı, okumam için seçmesine rast geldi her şey. 

Kitaba geçmem gerekirse diğer yandan, karşınızda okunması çok da kolay olmayan kısacık bir metin var. Neden mi kolay değil? Çünkü yazarımız bu metni kaleme aldığında yıl 1938 idi ve o yıllarda İspanya İç Savaşı'nda yaralanan ana karakterimiz trene bineceği istasyonun bekleme salonunda karşısındaki birkaç kişiye hikayesini anlatmaya başlar. Tamam da bunlar neden metni zorlaştırıyor diye soranınız olursa, birincisi metnin dili bir miktar eski ve geçtiği coğrafya gereği bize hem yakın hem de uzak meseleleri var ana karakterimiz Eric'in. Hikayeye dekor olan coğrafya, Baltık ülkelerinden birindeki Kratoviçe diye adlandırılan bir şato/arazi; içinde bulunulan koşular ise 1919-21 yılları arasında süren Bolşevikler ile Anti Bolşevikler arasındaki iç savaş. İkinci olarak edebiyat metinleri için sıkça konuşulan "güvenilmez anlatıcı" meselesi var, metni zorlaştıran. Eric tam da o insanlardan biri. Okuyucular okurken genellikle birinci tekil anlatıcıdan kuşku duymazlar fakat bu metinde işlenen konuların soyutluğundan ve öznelliğinden gerek; insan, kendine gerçekten böyle mi olmuştur diye soruyor. Üçüncü olarak ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları anı anına ya da kelimesi kelimesine anlatmak mümkün olmadığı için ve zihin karmaşık bir yapıya sahip olduğu için olanları olduğu sırayla vermekten kaçınıyor, çarpıtıyormuş gibi hissediyor insan. Bu da peşinden kopukluk hissini getirebiliyor (ben okurken getirdi en azından). 

Güvenilmez anlatıcımız savaştan söz ettiğinden daha da fazla aşktan ve dostluktan söz ediyor. Hikayemiz genel olarak Eric, Sophie ve Conrad adlı üç karakter arasında gelişmiş durumda zaten. Eric'in gözünden Conrad hayatı pahasına sıkı sıkı bağlı olduğu bir dostu/luğu ifade ederken, diğer yandan en yakın arkadaşının kız kardeşi olmasa belki de sevebilirdim dediği bir karakterimiz var ki, o da Sophie. Gerçekten sevmiyor mu Sophie'yi? Yoksa Sophie'nin aşkı da başka şeyleri örten bir süs mü? Kim bilebilir ki... Her okumada yeni anlamlar kazanabilecek bir metin var karşımızda. Fakat okumaya başlarken ve devam ederken emin olduğunuz son hiç değişmiyor. Eric güvenilmez bir anlatıcı olsa dahi, hikayenin sonunu değiştirmeye gücü yetmeyen biri aynı zamanda. Peki ya neden onca savaş yaşamış, onca ülkede bulunmuşken hayatının o önemsiz gözüken anına takılıp kalmış? Yoksa anlatırken kullandığı kelimeler yaşananlara hafifletici bir etki mi veriyor? Belki de Eric anlatısının son birkaç cümlesinde haklıdır... 

Bu garip tecrübe ve aklınızdaki sorularla zihninizde kendi hayatınız yanıp sönsün istiyorsanız muhakkak bir bakın diyeyim. Okumak içinizden gelmiyorsa zorlamayın elbet, illa doğru zamanda size göz kırpacaktır! 

SON YORUM: Eric senden şüphe ediyorum, Sophie seni anlıyorum, Conrad tanısam seninle anlaşırdık! 

*Hepsi de kendi içinde kesin olan birtakım kararlar ortasında yaşaya yaşaya, kendimi çözülmesi güç bir mesele gibi ele almaya vakit bulamamıştım. Ama toyluk, işlerin doğal akışına uyumsuzluk çağıdır dersek, sandığımdan daha toy, daha uyumsuz kalmıştım galiba. Çünkü Sophie'nin bu sade aşkı, beni afallatmış, hatta giderek irkiltmeye başlamıştı. İçinde bulunduğum koşullarda afallamak tehlike demekti; tehlikeyse, ürküp saldırıya geçmek... Sophie'den nefret etmeliydim. Bu yola sapmayarak kazandığım saygınlığı hiçbir zaman idrak edemedi. 

*Konuşmaları kelimesi kelimesine hatırladıklarını ileri sürenlerin hep yalancı ya da mitoman olduklarını düşünmüşümdür. Benim aklımda bir iki kelimeden, kurtların kemirdiği belgelere benzeyen boşluklarla dolu bir metinden başka bir şey kalmıyor.

*Mahkumun boynundaki ipin düğümünü sıkmakta kaderin üstüne yoktur derler; bildiğim kadarıyla, daha çok ipleri koparmakta ustadır o. Zamanla, istesek de istemesek de, kader, bizi bütün her şeyden kurtararak, işin içinden sıyırıp atar.

19 Temmuz 2018 Perşembe

Bir Başkasının Gözünde Var Oluş: Suzan Defter/ Ayfer Tunç


 Suzan Defter/ Ayfer Tunç
  Can Yayınları/ 127 sayfa






Şubat ayına ait bir güne rastlıyor bu kitabı alışım, yıllardan 2017. Şubat 2017'den Şubat 2018'e gelene değin nedense okumaya başlamıyorum. Fakat Şubat 2018'de okumaya başladım da ne oldu sanki... Okul temposunun içinde bir kenarda unutulup gitti. Üstelik okumayı bırakmadan önce bırakacağımdan bihaber, kitaba dair büyük bir heyecanla doluydum, okuduğum son sayfalar o kadar etkileyiciydi yani. Neyse ki okumaya baştan başladım ve okuduğum o son sayfalardan yeniden etkilendim. Öyle ki şehirler arası kısa bir yolculuk yaparken de elimden bırakamadım. Solda gördüğünüz fotoğraf o gün cama güneş vururken çekildi böylece. Plastik bardakta ise limonata var, tabii ki hazır. :'(

Bu kitabı nasıl anlatmalı, bilemiyorum. Sanırım en doğrusu önce biçimsel birkaç özelliğinden bahsetmek. Bu kitap iki günlükten oluşuyor: bir kadın ile bir erkeğin günlüğü. Kitabın sol sayfalarını takip ettiğinizde erkek karakterimizin mahremine gireceksiniz, sağ sayfaları okumayı seçerseniz ise kadın karakterimizin defterinde bulacaksınız kendinizi. Suzan Defter bu sebeple değişik şekillerde okunabilecek bir kitap. İlk olarak okumak istediğiniz anlatıcıyı seçip okumaya başlayabileceğiniz gibi, günlükleri gün gün okuyarak da ilerleyebilirsiniz. 

Ben kitabın sol sayfadan başlamasından mütevellit ilk önce erkek karakterimizle tanıştım. Kendisi adını defterine yazmamayı tercih etse de adını er ya da geç öğreniyoruz: Ekmel Bey. Özenle, ince ince işlenmiş cümlelerin sahibi emekli avukat. Hayatının geri kalanını ana rahminde geçirmeyi dileyen bir beyefendi. İkinci günlüğün sahibi ise Derya. Ekmel beye göre daha genç, terk edilmişlik hissinin müsebbibi. Sanırım içeriğe dalmadan karakterleri bundan öte tanımlayamam. Diğer yandan anlatıcılarımız Ekmel bey ile Derya hanım olsa da birçok yan karakter de mevcut: Ekmel beyin babasının babası, babası, annesi, küçük ve büyük ağabeyleri; Derya'nın babaannesi, babası, abisi, Tülay, Tuncay, çocuklar ve (çok çok hoşuma giden bir tanımdan alıntılarsam) romanın gizli öznesi Suzan. 


Okurken en çok hissettiğim iki şey, hayatlarımızın aynı anda ne kadar kısır ve ne kadar zengin olabildiği oldu. Aynı hisleri anlatmak için farklı kelimelerden ve farklı olaylardan yararlanmanın mümkün olduğunu gördüm. Geçmişe dönüp baktıkça hayatımızın sabit elemanlarını hatırlıyoruz. Eşimizi, dostumuzu, sevgilimizi, sevdiğimizi, evlerimizi, ailelerimizi, çocukluğumuzu... Kısacası bizi en çok mutlu edenler ile en çok acıtanları. Derya ve Ekmel de öyle yapıyorlar. Satırları kederle, sitemle, özlemle dolu ama okuyucuları cezbedeceğine emin olduğum bir hisler demeti bu. Çünkü Ayfer Tunç bunu başarma yetisine sahip, okuyucuya edebi haz vermekten de geri kalmıyor nihayetinde. Aynalar bile bizlere bizleri, bizim gözlerimiz aracılığıyla görünür kılarken burada iki insanı birbirinin aynası yapıyor. Birbirlerinin kaleminden onları okudukça hayata dair dersler çıkarmak da mümkün hale geliyor. Sanırım "kitabı" anlatmadan anlatabileceklerim bu kadar. Okuduğunuz keyifli günleriniz olsun. :')

*    ...İhaneti çekici kılan şeyin şehvet olduğunu sanırlar; şehvet seldir, sürükleyendir, doğru; ama asıl çekici olan cesaretmiş meğer. 
        Cesaret insana iyi geliyor. Sana ihanet edebiliyorsam dünyaya hükmedebilirim, bir. İhanet ederken cesaret, şehvet, korku, pişmanlık duyuyorsam; sen varsın demektir; işte bu çok önemli iki.

* "Ama eviniz bir kadının çekip gittiği bir eve benzemiyor," dedim. Eşyada mukavemet var. Bir kadının gittiği evden belli olur. Kadın giderken düzeni götürür bir kere. Yaşayan ev sarsılır. Ev dediğimiz şey küçük büyük elementlerden oluşur. Kadın olan evde, erkeğin anlayamayacağı bir denge vardır elementler arasında. Erkek her birine vakıf olduğunu düşünse bile, onların nasıl bir uyumla işlediğini bilemez. Kadın gidince evin dokusu bozulur, susuz kalmış çiçeğe benzer, solar. Küçük şeylerin izi silinir. Evin dili tutulur, ev sağırlaşır. 

8 Temmuz 2018 Pazar

Fahrenheit 451/ Rad Bradbury


 Fahrenheit 451/ Rad Bradbury 
 İthaki Yayınları/ 238 sayfa 
 Çevirmen: Zerrin Kayalıoğlu 
                    Korkut Kayalıoğlu





2014 Aralık baskısı elimde bulunan bu kitabı okumak için hep geç kaldığımı hissediyordum. Okuma kararımı ise yaşadığım iki durum belirledi. İlki ders için okuduğumuz bir Rad Bradbury öyküsüydü. Okurken kısa bir öykü olmasına rağmen, betimlemelerin yoğunluğu ve benim ne yazık ki İngilizce o kadar kelime bilmemem alabileceğim keyfi azalttı. Bir noktada da okumayı bıraktım zaten. İkinci durum ise izlediğim bir filmdi. The Bookshop adındaki bu film, kitaplar üzerinden kurulabilecek bir dostluğun misaliydi. Dostluğu başlatan kitap ise Fahrenheit 451'di. Bu bağı görmezden gelemeyerek filmi izledikten bir sonraki gün hemen kitaba başladım. 

Bu kitapla ilgili söyleyebileceğim ilk şey: Çevirinin çok kötü olduğu. Çevirmenlerin doğrudan İngilizce'den çevirdiklerini düşünüyorum. Okurken bazı cümleleri kafamdan basit bir İngilizce karşılığa çevirebiliyordum. Fakat Rad Bradbury'i anadilinde okumayı deneyen biri olarak karşılıkların o kadar basit olamayacağını düşünüyorum. İlk fırsatta Fahrenheit 451'in İngilizce baskısını incelemeyi istiyorum, böylece çeviriye dair daha doğru bir kanıya ulaşabileceğim. Kitapla ilgili söyleyebileceğim ikinci şey ise düzeltme okumasının yapılmadığı. Birçok noktalama ve yazım yanlışı vardı metin üzerinde. İngilizce yazımda tercih edilen bir kullanımın Türkçe karşılığı "fl" harfi yerine "ş" harfi kullanımı değilse, metinde "raşarına" ya da "hedeşerine" gibi kullanımlar hiç mi hiç memnun etmedi beni. Nitekim İthaki Yayınları, Bilimkurgu Klasikleri Dizisi için kitabı yeni bir çeviriyle basmayı uygun görmüş yeniden. Çeviri hakkında net bir fikrim olmasa da Dost Körpe'nin elinden çıkan diğer çeviriye şans vermenizi tavsiye ederim. 

Rad Bradbury'nin 1993'te kitaba yazdığı önsözde "Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı," cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Guy Montag'ı zeki, farkındalık düzeyi yüksek bir karakter olarak görsem de zaman zaman tutarsız olduğunu da düşündürdü bana. Kimseye sormadan verdiği kararlar dizisi sonucu Faber'i bulduktan sonra kısa bir süre sonra bana bir şeyler söylenmeye devam etsin diye taraf değiştirmek istemiyorum gibisine bir şey söylüyor ve bu bende ama sen zaten kararlarını kendin vererek oraya gitmemiş miydin diye sorma isteği doğuruyor. Yaşadığı dünyaya karşı farkındalık düzeyi yüksek olsa da sanki kendi mevcudiyetine karşı kör. Bu açıdan kitap sadece içinde yaşadığı karanlık çağla değil, kendisiyle de ciddi bir çatışması olan bir karakteri çiziyor.

Bu karakter aşama aşama zirveye varacak bir macera dizisine atılıyor. Bir seviyeye geldiğinde sanki o maceraları kovalamıyor da o maceralar onu kovalar hale geliyor. 

Kendimce kitabı bölümlere göre kategorize ettiğimde, ilk bölüm yavaş yavaş ortaya çıkan bir olaylar dizisini ortaya seriyor. Clarisse ile karşılaşması, itfayeciler evini yakmaya gittiklerinde evini kendisi de evdeyken kitaplarıyla birlikte yakan kadın, yaşanan çağın en iyi vatandaşı rolüyle ödül kazanabilecek eşi Mildred ve evine ufak bir ziyarette bulunan Beaty... Hepsi bir resmin parçaları sanki... İkinci bölüm ise Montag'ı taraf seçmeye, seçim yapmaya zorlayan bölüm adeta. Faber bu bölümün yıldızı. Korkaklığı onu olduğu yerde yıllar yılı çürütmüş gibi ve onunla empati kurabilişim onu benim gönlümün de yıldızı kılıyor. Üçüncü bölüm ise katı ve durağan çoğunluk ile kitapların süslediği azınlık arasında net bir seçime götürüyor karakterimizi. Biz de karakterimiz oluyor ve onunla birlikte yepyeni karakterler ekliyoruz belleğimize. 

Kitabı, yorumu okumadan daha önce okuyan varsa, lütfen sadece onlar bu kısmı okusun. Cevabınızı bekliyorum... 
Granger, sizce Clarisse'in bahsedip durduğu amcası mıydı?

Ayrıca bir kısımda kokuları çok güzel bir şekilde burnuma ulaştırdı yazar, birkaç sayfa sonrasında doğa-insan çatışması ve ondan birkaç sayfa sonra ise savaş olgusu yerinde bir anlatımla bana ulaştı. Fakat zaman olgusuyla ilgili birçok soru işaretim olduğunu da ekleyebilirim. 

Ah! Fahrenheit 451'in en güzel karakterine geldi sıra, kitaplara. Bu karanlık çağ, insanların devlet eliyle kitaplardan kurtuldukları bir çağ değil; aksine insanların daha fazla çizgi roman talep ettiği, oturma odalarının duvarlarını renkli televizyon camlarıyla kapladığı bir çağ. Böyle bir durumda hangi otoritenin, kardeşlerim bu yanlış dediği görülmüş ki? Tersine bundan yararlanıp, eşitlikçi(!), mutlu(!) insanlar yaratmanın yolu olarak bunu kullanmış ve insanları da inandırmış bu inanca. İçi boş olan insanlar ile kendilerini kitaplara şömiz yapmış karakterlerin bulunuşu, kitaplara saygı duruşu olma özelliğini öyle güzel ortaya çıkarıyor ki... Geleceğe dair kötü kehanetleri bulunsa da çözümün yakılan, yıkılanlarda değil; yine tüm kötülüklerin kaynağı olan insanda olduğunu ve yeniden yapmanın da zamanının geleceğini öne sürüyor. Tekrar tekrar okuyunuz, okutunuz diyerek söyleyebileceğim birçok cümleyi rafa kaldırıyorum böylece.

* "Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme."

* "Kitaplar bir tür depo gibidir ve biz onlarda unutacağımızdan korktuğumuz şeyleri saklarız. İçlerinde büyülü bir şey yoktur. Büyü, sadece o kitapların anlattıklarındadır, evrenin parçalarını birleştirip bize nasıl elbise gibi sunduklarındadır." 

5 Temmuz 2018 Perşembe

Tante Rosa/ Sevgi Soysal


 Tante Rosa/ Sevgi Soysal
 İletişim Yayınları/ 103 sayfa




2016 Kasım'ında, hayatımda ilk kez çalıştığım sürecin son gününde aldığım kitaplardan biriydi Tante Rosa. Okumam için ise doğru zamanı bekliyordu. Derslerimden birinin okuma listesinde olduğunu gördüğüm andan okumaya başladığım ana kadar ise sanki okuyacağım gün için heyecan duyuyordum. Öyle ki yanda gördüğünüz fotoğraf, kitabı okumaya başladıktan sonraki sabahın dokuzda olan dersine gözüm yarı açık, beynim ise henüz uyanmamış halde gittiğim güne ait. Bir nisan sabahına...

Biraz kitaptan söz etmek gerekirse, on dört hikayeden oluşan kısacık ama hissettirecekleri azımsanamayacak bir kitap diyebiliriz. Derste konuşurken hocamız, "etiket" haline gelmiş kalıpların etkisinden arınarak bu kitaptan söz edebilen eleştiri yazısı yok demişti. Ben ne eleştiri yazmaya ne de inceleme yazısı yazmaya soyundum. Fakat bir okur olarak naçizane birkaç çift lafım, burada blogumda, olsun istedim. 

Her ne kadar sevdiğim insanlara, bu kitabı tavsiye ederken hocamın bahsettiği "etiket"lerden ben de kendimi yararlanırken buluyordum ancak bu sefer onlardan son kısma kadar yararlanmayacağım. Çünkü karşımda capcanlı bir kadın karakter var: Rosa. Rosa'nın çocukluğundan gençliğine, gençliğinden yetişkinliğine sıçrıyoruz. Bu da satırların yanı sıra, satırların ötesinde bir karakter tahayyül etmemize neden oluyor. Küçükken at cambazı olmak isteyen, prenses olduğuna inanan, daha sonraları Sizlerle Başbaşa dergisindeki hikayelerin etkisiyle Hans ile evlenen, huzursuz olduğunda kaçan, yeni baştan başlayan, yaşlılığını bile rengarenk boyayan bir kadın o... 

Geçişken bir anlatı bu, kitabı yer yer iki kişi anlatıyor gibi hissediyor insan. Biri Rosa, biri de Rosa'yı tanımlayan Rosa dışında biri... Yere sağlam basmayan, bassa da köksüzlüğüyle, akışkanlığıyla bambaşka bir sürü şey olabilen biri. Kendine prenses diyen bu kadına, diğer anlatıcı "Rosa'nın bir şeylerin diğer adı" olduğunu ekliyor anlatısında. Okurken bu anlatı bana, Rosa'nın sanki hem her şey hem de hiçbir şey olduğu hissini öyle güzel verdi ki özendim ona. Yaşlılığında insanların ona "yaşlı" diyebilmesine ancak kendi istediği şekilde giyindiğinde, yürüdüğünde, yaşadığında izin veren ve her yaşta kendini yaratabiliyormuş gibi durup, üstelik bunu Rosaca yapışıyla "şahsına münhasır" bir karakter olarak karşımızda duruyor. Sizlerle Başbaşa dergisinin tüm yalanlarına bile isteye kanışıyla edebiyatımızdan iyi ki bir Rosa geçti diyebiliyorum böylece.

Gelelim genel yargılara... Yazıldığı dönemde, 1968 yılında, kadınlık meselesini ele aldığı için kınanıyor Sevgi Soysal. "Kadınlık" konusunun üzerine konuşulmasına alışılmış değil, edebiyatımız için de ilklerden biri üstelik. Ülkede onca sorun varken bu mu konuşulması gereken diye düşünülüyor içten içe ve hatta Rosa Alman bir kadın karakter olduğu için ona "sıradışı" demek, ötekileştirmeye yardım ediyor. Türk bir kadın karakter olmadığı için de insanımız sanki rahat bir nefes alıyor o dönemde. Sevgi Soysal'ın annesinin Alman olması ve kitapta anneannesini, teyzesini, annesini ve kendisini anlattığı da söylenenler arasında. Kim ne derse desin, Rosa iyi ki kaleme alınmış; böylece gurur duyduğum ve sevdiğim tüm kadınlara hediye etmek istediğim bir kitap ortaya çıkmış. Okuyunuz, okutunuz efendim. 

* Her şeye özenilebilir. Her şey aynı ölçüde tutku konusu olabilir. Her şey aynı ölçüde kutsal ve aynı ölçüde aşağılık olabilir. Tutkular çevreye göre değişen şeylerdir. Evli kadınlar toplantısında, en temiz pak aile kadını olmaya özenen aynı kadın, orospuların yanında en orospu olmayı niçin istemesin? Önemli olan istektir, hiçbir istek diğerlerinden soylu değildir, böyle düşünmüş olabilir Rosa gizliden. 

* Göze batıcılığım, çirkinliğimi, yaşlılığımı aşmalı. Gülebilirler, alay edebilirler ama görmeden geçemezler. Bunca yaşanmışlığın yanından insanların bakmadan, aldırışsız geçip gidivermeleri, hayır bunu istemiyordu. 

6 Mayıs 2018 Pazar

Ayışığında "Çalışkur"/ Haldun Taner


  Ayışığında "Çalışkur"/ Haldun Taner
  Yapı Kredi Yayınları/ 96 sayfa





Buraya upuzun bir girizgah gerekli diyor içimden bir ses. O sese "Haldun Taner'i çok seven kız" adını takmak pek mümkün. İlk defa 2011 yılında, yani diğer deyişle lisenin ilk yılında sahneleyeceğimiz oyunun yazarı olmasından mütevellit rastlaşmıştık kendisiyle. Bahsettiğim oyun: Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım. Lisenin ilk yılı yeni alışmalar yılı iken, ben görünmeyen yüzde Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, görünen yüzde tiyatro grubu sayesinde hayli ısınmıştım okula. Velhasıl Haldun Taner sevdam böyle başlamış olsa da devamı sahnede izlediğim Keşanlı Ali Destanı ile süregeldi. Birkaç sene de bu oyuna yüklenen, yüklenmeye devam eden çeşitli anlamları içine alarak devam etti. Taa ki lise üçe ya da dörde gelinceye değin. Bir edebiyat öğretmenim sağ olsun beni Haldun Taner'in hikaye alanındaki eseriyle tanıştırdı. Sonrası iyilik güzellik...

Şu günlerde üniversitede okuduğum alan dışında bir de çift anadal dedikleri bir programa battım ki sormayın. Hem de çok isteye çok seve seve. Bu ikinci dal Karşılaştırmalı Edebiyat oldu. İkinci dönem aldığımız bir derste Haldun Taner'in bir öyküsüyle karşılaşınca demeyin keyfime... İnceleme yazmamız gereken bir ödev de ortaya çıkınca, hocamız bize esneklik tanıyıp derste öyküsünü/romanını okuduğumuz dokuz yazarın birinden bir metin seçip bunu tek bir alan doğrultusunda inceleyebileceğimizi söyledi. O listede Haldun Taner olunca beynim de kalbim de bir başka isme bir saniye olsun gözümün kaymasına izin vermedi. İlk on saniyede aklıma gelen metni ise yukarıda ismini okuduğunuz Ayışığında "Çalışkur" metni. Ahlak teması doğrultusunda incelemeyi seçtim öyküyü ancak bana sorarsanız enine boyuna üzerine bir şeyler yazmak hiç kolay değil. Bu yüzden şu an yazacaklarım belki yüzeyselden de yüzelsel olacak. 

Öykünün Ayışığında Şamata adlı bir tiyatro metni bulunduğu gibi, oyunun aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatrosu tarafından sergilendiğini de belirtmek isterim. 
Ben oyunu izlemiş, öyküsü olduğunu görünce de daha öyküyü okumadan kararımı vermiştim. Ancak öykünün 1954 yılında yazıldığını da göz önüne alırsak hayli deneysel bir metin olduğunu söylemekte fayda var. Öykü öncelikle düz bir şekilde başlayıp yirmi sayfa kadar sürüyor, ardından öykü noktalanıp öyküye dair tepkileri içeren bir bölüm başlıyor. Bu bölüm "Birkaç Eleştiri", "İki Mektup Daha" gibi başlıklara sahip. Başta gerçek okur mektupları sanabilirsiniz fakat bunun Haldun Taner'in oyunbazlığı olduğunu söylemem gerek. Tepkiler de noktalandığında Sonuç başlıyor, bu ise hikaye yeniden başlıyor demek! Hikaye yeniden başladığında sayfanın sağ tarafını eleştiriler öncesi hikaye, sol sayfayı ise eleştirilerin biçimlendirdiği hikaye olarak okuyabiliriz. Değişiklikler kalınlaştırılmış(bold) halde gösterildiği için farkı kaçırmanıza, bence, imkan yok. Sonrasında ise epilog kısmı ve değiştirilmiş öyküye, daha önce eleştiride bulunmuş insanların yeni tepkilerinin yer aldığı bir kısım bulunuyor kitapta. 

Bunların hepsi kafanızı karıştırmış olabilir, o zaman baştan alayım... 
Tırnak işareti içerisinde belirtilen Çalışkur ismi bir apartmanın adını nitelemek için öyle yazılıyor. Bu apartman Maltepe sırtlarından doğuveren bir ay sayesinde bizim ana mekanımız oluveriyor. Apartmanın kapıcı dairesiyle birlikte beş dairesi var ve ikamet edenlerin hepsi, kapıcı hariç, orta-üst sınıfa mensup. Bu onları zengin kıldığı gibi ahlaklı da kılabilir mi peki? Hepsinin toplum tarafından suç olarak nitelendirilebilecek alışkanlıkları ve suç sayılabilecek kişisel seçimleri var. Röntgencilik, ensest ilişki, kürtaj, rüşvet verme ve de rüşvet alma... Saydıklarım ilk akla gelenler. Peki öyleyse dördüncü katta oturan apartmanın sahibi Dündar Çalışkur apartmanı gerçekten çalışarak kurmuş olabilir mi? Hikayenin sonlarında karşımıza çıkan ve öyküde fazlasıyla yer kaplayan genç bekar çiftimiz ise bunca ahlaksızlığın yüklendiği bir günah keçisi olarak mı görülüyor? Eh, bunlar hikayenin ilk hali için pekala sorulabilir!

Ancak hikaye yeniden başladığında bütün bir apartmanı pür-i pak olmuş, temizlenmiş görürüz ahlaksızlıklarından, suçlarından... Diğer yandan genç bekar çift neden tüm apartmanın kirini üstüne almış durumdadır? Bütün bunların cevaplarına okudukça erişilebilecek; bir kısmını eleştirilerde bir kısmını ise topluma baktığınızda bulabileceksiniz. 

Ben okuyalı bir buçuk ay, hakkında bir yazı yazalı ise ondan daha az zaman geçti. Hala cevap aradığım, arayacağım sorularım var. Sizler için keyfini daha fazla kaçırmak istemem. Eğer bir parça olsun merakınızı uyandırdıysa, bu kısacık kitaba zaman ayırmanızı öneririm. Keyifli okumalar. :')

* Karamsardı, karamsar... Bütün insanları kafasında su geçirmez bölgelere ayırmıştı.Varlıklı mı; soysuzdu, mikroptu, parazitti, sömürücü idi. Yoksul mu; dürüsttü, erkekti, dosttu, kardeşti. Onca varlıklı ve dürüst, yoksul ve parazit olunamazdı. Her insanı bu iki bölmeden birine koyuyordu. Ne rahat...

23 Şubat 2018 Cuma

Adınla Çağır Beni/ Beni Adınla Çağır - Andre Aciman / Kitap ve Film Yorumu Bir Arada


Adınla Çağır Beni/ André Aciman 
Sel Yayınları/ 246 sayfa
Çevirmen: Süha Sertabiboğlu






Filmekimi'nde ismi Beni Adınla Çağır olarak çevrilmiş, orijinali ise Call Me by Your Name olan filmin konusunu okuyunca aşırı heyecanlanmıştım. Ancak gösterimlerin hiçbiri benim programıma uygun gün ve saatte olmayınca izleyememiştim. Ardından izleyen tüm arkadaşlarımın beğendiğini görüp izlemeyi aklıma koydum. İzleyene kadar geçen süreçte bir şekilde kitabının da olduğunu öğrendim/hatırladım ancak bu erteledikçe ertelememe engel olmadı. Buna rağmen zaman içerisinde merakım arttı ve ilk gördüğüm yerde kaptım kitabı bunca ertelemenin ardından.

Ocak ayında ise finallerimin bitmesiyle akıcı bir roman okumak isterken, beni kendine çağıran kitap Adınla Çağır Beni oldu. Filmle kitabın isminin farklı olması dikkatinizi çekmiştir muhtemelen... Kendimce getirdiğim açıklama kitabın 2009 yılında Türkçe ilk baskısını yapması fakat filmin yakın zamanda çekilmesi. Ki uzun zaman kitabın ikinci baskıyı yapmadığı gibi bir gerçek de var, benim elimdeki baskı ikinci baskı ve 2016 yılının sonuna ait. Açıkçası bu beni şaşırttı çünkü ben kitabı çok çok sevdim. Gözümden kaçmasına, insanların gözünden kaçmasına şaşkınım.

Konusuna gelirsek, ailesinin yazlık evine her yaz mevsiminde bir kişi altı haftalığına ücret ödemeksizin konaklamaya gelir. Neden mi? Çünkü ana karakterimiz Elio'nun babası Arkeoloji alanında çalışan bir profesördür ve her sene başvuruda bulunan ve akademik düzeydeki çalışmalarına yoğunlaşan altı kişiden birini yalnızca onun yazışmalarına ve çalışmalarına yardım etmesi karşılığında ağırlar. Evinin kapısını açtığı gibi kasabanın kapısını da açmış olur. Hikaye İtalya'da bir sahil kasabasında geçiyor desem tepedeki güneşi hisseder misiniz? Ben hissettim. Denizin kokusunu aldım, kayısı ağaçlarını gördüm, Elio'nun zihninin içinde çınlayan sesleri okudum. Elio mu kim? Elio 17 yaşındaki anlatıcımızdır ve o yaz misafir olarak evlerinde ağırladıkları 24 yaşındaki Oliver'a bazı hisleriyle vuku bulur anlatısı. Kendini keşfedişi, çevresine bakışındaki değişimler, bence, kitabı anlamlı bir büyüme hikayesi haline getiriyor. 

Üstelik referanslarla dolu bir kitap bu. Müzikten resime, edebiyattan mimariye bir çok konuya göndermeler var kitapta. Müzik uyarlamaları yapan Elio'nun Bach'in bestelerini farklılaştırması, Stendal'ın kitaplarından birinin anılması, Celan'ın şiirine ve yahudiliğine yapılan gönderme, hikayenin seyrinde büyük etkisi olan Monet'nin taraçası ve San Clemente... Bunlar kitabı edebileştiren, Elio'yu daha fazla sevdiren detaylardı bence. Okurken belki yeterince masumane gelmeyecek bir hikaye bu ancak tüm davranışlarına karşın Elio'dan soğumanın mümkün olmadığını düşünüyorum. 

Kısacası kitaptaki her detayı ve karakteri çok sevdim. Bağrıma basmak ve asla bitirmek istemedim. Nitekim filmini vizyona girmeden birkaç gün önce Başka Çarşamba etkinliğinde izlemeye gittiğimde son sayfalarım henüz okunmamıştı. Gönül isterdi ki filmle kitabı kıyaslamayayım fakat kitabını benim kadar sevmiş birinin filme önyargılı yaklaşması normal sanırım ya da ben öyle olduğunu umuyorum.

Buradan sonrası kitap ile film arasında bir kıyas içereceği için spoiler kaçınılmaz olarak yer alacak yazıda. Kitabı okumuş ya da filmi izlemiş insanlar içindir devamı. Eğer yukarıdaki yazım sizlerde kitaba ya da filme karşı merak oluşturduysa şimdiden iyi okumalar ve iyi seyirler. :')

Filme karşı hem övgüm hem de yergim var. Övgülerimle başlayayım: kitabı okurken hissettiğim mekan tasvirleri hayal ettiklerime yakındı, daha da önemlisi özenli ve doğaldı. Bunun yanı sıra diyalog yazımında kitaba sadık kalınması beni çok mutlu etti izlerken. Özellikle Elio ile babasının konuştuğu bir sahne vardı ki, hayalimden bile güzeldi. Kitapta olaylar sırasız anlatıldığı için filmde sıralama ve çeşitlendirme, yani kurgu fazlasıyla iyiydi bence. Okurken Elio'nun gözünden baktığımız için olaylara, onun perspektifi hakimdi düşünme biçimim üzerinde, filmde ise Elio'yu anladığım gibi diğer karakterlere de eşit uzaklıktan bakıp benimseme olanağı yakaladım. 

Yergilerime gelirsem: Vimini NEREDE? Okurken en yüreğime yüreğime dokunan karakter filmde yoktu ve ben okurken Vimini'yi hiçbir görünümde hayal etmediğim için merakla bekliyordum filmde onunla karşılaşmayı, ancak filmde bu kadar güzel yazılmış bir karakter yoktu. Mekanların görsel açıdan göze bayram yaşattığını söylemiştim ancak bir yandan da mekanlar kitapla birebir örtüşmüyordu. Bencilce bir yergi olacak belki ama kitabın sadık bir okuru olarak anlatılanı aynen bekliyordum. Ve neden kitabın son 25 sayfası filmde işlenmemişti? Kötü bir son değildi ama eksikti bence. Hızlı akan sahnelerin kitaptaki her güzel şeyi içine alamadığı ise bir gerçekti. Yukarıda bahsettiğim referansların birçoğu filmde yer almamış, bu durum ise filmi yüzeyselleştirmiş diyebilirim ayrıca. 

Neden karşılaştırıyorsun ki diyebilirsiniz eğer buraya kadar okuduysanız. Bunu söyleyerek çok da haklı olursunuz ancak kitabı henüz bitirmemişken filmi izleyince üzerinizde bıraktığı etkiyi tartar ve yargılar oluyorsunuz sanırım. Bir müddet sonra kitabın etkisi azalınca filmi yeniden, bu sefer daha fazla keyif alarak izlemeyi planlıyorum. Umarım gerçekleşir. Yazımı okumadan önce yalnızca filmi izlediyseniz ve kitabı okumaya karar verdiyseniz yorumdan sonra iyi okumalar; tersi durumdaysanız ise şimdiden iyi seyirler efendim. :')

*Bu kadar yakınımda duran tüm bu tuhaf giysili insanları seyretmek hoşuma gitti; hepsi aynı temel şeyi paylaşıyordu: Geceyi sevmek, kenti sevmek, kentin insanlarını sevmek ve -herhangi birisiyle- bir araya gelmek için duyulan çoşkulu bir arzu. Burada bir araya gelmiş küçük insan gruplarının dağılmasını önleyen her şeye duyulan sevgi.

* "...Geri çekilmek, geceleri uykumuzu kaçırırsa korkunç bir şeydir, başkalarının bizi, unutulmak istemeyeceğimiz kadar kısa bir sürede unuttuğunu görmek de bunun kadar kötüdür. Biz olsak yapacağımızdan daha hızlı yapılan şeylerin ardından iyileşmek için kendimizden öyle çok şey fırlatıp atıyoruz ki, otuz yaşında iflas ediyoruz ve yeni birisiyle başladığımızda verecek pek bir şeyimiz kalmıyor. Ama bir şey hissetmemek için hiçbir şey hissetmemek... yazık!"

4 Şubat 2018 Pazar

Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt


 Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt
 Yapı Kredi Yayınları/ 172 sayfa







Üzerimdeki Mine Söğüt etkisini atamamışken daha, elimin sürekli aynı yazara gitmesi; canımın 'deli kadın'lar çekmesi olur iş miydi? Oldu işte. Yapı Kredi Yayınları'nın Taksim'deki iki katlı yeni binasına ilk ziyaretim bir Mine Söğüt kitabını koltuk altıma sıkıştırmamla sonuçlandı. Bu gerçekleştiğinde tabii aylardan Eylüldü, bundan dört aydan uzun bir zaman öncesi... Araya koca bir okul dönemi sıkıştırıp, kitaplara başlamakta becerikli bitirmekte beceriksiz olunca geldi Şubatı buldu okumamın sonu.

Okumakta beceriksizliğim her deli kadınla beraber benim de canımın delirmeler çekmesindendi belki de. Okudukça etkilendiğim; öykülerin başlarındaki şiirlerle ve illüstrasyonlarla beraber kendimi o tekrar eden kelimelere, cümlelere bir girdabın içinde kaybolmuşçasına kaptırdığım hikayelerdi. Kaybolmak bakiydi ancak bazı öykülerde içimdeki deli kadını diğerlerindeki kadar çok bulamadığımı da söylemem gerek. 

Genel temaya hakim olan; kadınlık, anneyle babayla ve sevgiliyle/eşle iletişim, toplumun baskısı ve bazı sanrılar sonucu kendini yitirme hali aslında deliliği şahane tanımlıyordu. Bazı hikayeler ise daha evrensel temalara dokunuyordu; savaşa, ülkenden kopmana ve memleketinden kendini orada öldürmek isteyebileceğin kadar 'erkek' bir şehre göçmene... Diğer hikayelerdeki kadar cesur bulmasam da bu temaları, anlatım gücü sayesinde etkisini yitirmediğini gizlersem haksızlık olur güzelim bu temadaki hikayelere. Böyle derli toplu anlatmaya çalıştığıma bakmayın yine de. Aslında karışıklığında kaybolup sonunda zar zor ucunu buluyordunuz düğüm olmuş ipliğin ve o bulunan ipliğe tutunup kendiniz yeniden anlamlandırıyordunuz hikayeleri. Yalan yok bazı hikayeleri ucunun bulunacağı bir ipliğin olmadığına inandığım için de sevemedim pek. Düğümü çözmek için birkaç kelime daha ya da bazı detaylar bıraksaydı Mine Söğüt daha fazla severdim o hikayeleri de eminim ki. 

Neticede yirmi bir öyküden oluşan bu öykü kitabından geriye aklıma kazınmış on öykü kaldı. On öykünün her biri bana içime sinen cümleler bıraktı. İçimizdeki müziğin değerini keşfetmiş o yaşlı kadın, kendini bir ağacın dalında tuhaf bir meyve haline getiren küçük bir kız, suya aşık bir kadın, bir odanın kokusundan yola çıkarak o evde daha önce kimin yaşamış olduğunu tahmin eden bir adam... Evet, evet bazı erkek karakterler de kadın karakterler kadar mühimdi aslında, ancak daha siliktiler. Daha neler, neler...

Ruhunuzu deliliğe teslim edecek kadar hazır hissediyorsanız, kadın ya da erkek olmanız fark etmez; Mine Söğüt'ün kalemi ile mutlaka kesişmeli yollarınız. Keyfi başka olan, kendine özgü bir sesle tanışmak için Deli Kadın Hikayeleri ile ya da Beş Sevim Apartmanı ile başlamanızı öneririm. Keyifli okumalar. :')

*Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki! Je veux seulement oublier... Ah doktorcuğum o şarkıyı alırken içimden dikkat et çok güzel bir cümle vardır, o düşmesin: Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir. Çocuğum hayat gerçekten muhteşemdir. Hayat bu kadar muhteşem olmasaydı çocuğum, o şarkıları söyleyecek, o şarkıları melodi melodi ezberleyecek şevki nasıl bulabilirdik değil mi ya!

*Yarım... yarım... yarım...
 Her şey yarım.
 Oysa ben tamım.

23 Ocak 2018 Salı

Sahte/ Mehmet Erte



 Sahte/ Mehmet Erte
Yapı Kredi Yayınları/ 138 sayfa







Okuması hayli zor bir kitaba başladığımı nereden bilecektim? Sahte'yi inceleyip okumaya karar verişim Ekim 2017'nin sonlarıydı. Ancak yazarın ismini ilk defa duyuşum Ekim'den dört ay kadar önceye bir tanıdığımın hediye ettiği bir kitaba dayanıyor. Hediye ettiği kitap ise Erte'nin son öykü kitabı Arzuda Bir Sapma... Hakkında hiçbir şey bilmediğim bu yazar ve öykü kitabına karşı edindiğim aşinalık ise kitabı hediye eden tanıdığımın sosyal medya üzerinden Sahte hakkında yaptığı bir paylaşımına dayanıyor. Aklıma kazınan bu paylaşım zamanla beni değişik bir tat ararken Sahte'yi raftan çekip incelemeye götürüyor. 

O gün raftan çekip incelememle başlayan yolculuğum ise beni inceliğine kıyasla her bölümde ayrı bir sorgulamaya sürükleyen deneysel bir maceraya itti. Aslında nasıl anlatacağımı bilmediğim bir kitap Sahte, çünkü roman diyerek tanımlansa da kitabın türü ne roman ne de değil diyebileceğim bir yapıya sahip. Bölüm başlıklarının seçiminden içerikte değinilen konulara, karakter diyebileceğimiz soyut çizimlerden olay örgüsü olarak tanımlanabilecek gidişata; hiçbir parça ortaya tamamlanmış bir yapboz koyamıyor. Kitap her şeyden çok anlatmak istediklerini parçalar halinde okura hatta diğer yandan kendine itiraf etmeye çalışan bir anlatıya sahip. 

Bazen kendimi o kadar kaptırdım ki anlatıya, ne öncesini ne de sonrasını düşünerek okudum. Kendimi kaptırdığım oranda mantıksal zeminde nerede durduğunu sorgulamadan içine çekildiğim yerler de oldu. Hayranlık ve merakla başlayan okumam, ilerledikçe sıkılmaya, devamında saçma olduğunu düşünmeye ve sonunda yine hayranlığa döndü. Anlatıcının kendisiyle çelişmelerini tatlı bulsam da "şımardın mı bakayım sen?" diye sormak istediğim satırlar da beni karşıladı ilerleyen bölümlerde. Neticesinde anlatıcıyla dost olduk, o beni tanımasa da ben onu tanır oldum; bu yüzden de belki yazarı tam anlamıyla anlamadığım için hoşgörmeyi başardım. Tamamen anlasaydım hala hoşgörebilir miydim, merak etmiyor değilim. Belki de bana yazarın diğer kitabını hediye eden tanıdığımla uzunca bir sohbet gerekiyordur bunun için.

Kitabın kapağını kapattıktan sonra, son bölümün ne kadar muazzam bir toparlayıcı olduğunu fark ettim ve tüm sıkıldığım anların sona bir hazırlık olduğuna inandım (bu cümleden diğer düşüncelerimden caydığımı sanmayın, onlar hala geçerli). Kitabı bitirdikten sonraki gün kitabın kapağını yeniden açıp altını çizdiğim satırları yeniden gözden geçirmeye ve kitabın üzerine aldığım "tekrar oku, üzerine düşün," notlarıma sadık kalarak okuduktan sonra satırlar üzerine yeniden düşünmeye başladım. Tutarsızlıkları sezdiğim kadar, "akıllıca" olduğunu düşündüğüm her satırda yeniden gülümsedim. Anlatıcının girdiği bazı tartışmaları unutmamak üzere hafızama kazımaya çalıştım. 

Bir de yazarın kurduğu, yazdıklarımı her ne kadar gereksiz buluyorsam da  kendi yazdıklarımın değerini bilemiyor olmaktan korktuğum için bu cümleleri silmiyorum, minvalindeki cümlelerden kendime bir okur olarak pay biçip; ya ben de okuduklarımın değerini fark edebilecek bir birikime sahip değilsem diyerek, bir miktar da araştırma yaptım yazarın kitapları hakkında. Vardığım sonuç beni, yazarın dilinden kaynaklı bir 'son'dan kaçma temasına, cümlelere bakış açısına, durağanlığın yüceltilmesine götürdü. Her ne kadar başı ve sonu, bence, bir olan bir anlatı döngüsünden yana olsa da, yazarın 'kişilikli' kalemini sevdiğimi ve okumaya devam edeceğimi belirtmeliyim.

Siz de okuduğunuz kitabı karıştırmanın dahi bir macera olduğuna inanıyor ve belli belirsiz karakterlere, olaylara burun kıvırmak yerine merakla yaklaşıyorsanız, ha bir de sabırlı bir insansanız aradığınız 'benzersiz anlatı' Sahte'de saklı olabilir. Buradan buyurun. Keyifli okumalar. :')

*Yazarken keçiboynuzu çiğnemiş oluyorum ama işte ihtiyacım olan şeker bana acizliğimi duyuran o keçiboynuzundan başka bir yerde değil. Ruhuna gıda olacak şeylerin azlığından dem vuran biri olarak, şekerin birçok şeyde bulunduğunu düşünüp keçiboynuzu çiğnemeyi gereksiz bulanlara ne kadar yoksul ve nelerden yoksun olduklarını göstermek istiyorum. 

*İleride roman kahramanımın şu cümleyi kurmasını istiyorum: "Gerçekten de bütün bunlar çok inandırıcı, inanacak olsam inanırdım, ama bir şeye inandırıcılığı nedeniyle inanmak beni zayıf düşürür." 

*Düşünürken kurduğunuz cümlelere lütfen dikkat edin: Bütün anlamlar, gerçekler ve yalanlar, mutluluklar ve acılar, yani her şeyiyle tüm bir varoluş bir cümlenin nasıl kurulduğuna bağlıdır.