23 Şubat 2018 Cuma

Adınla Çağır Beni/ Beni Adınla Çağır - Andre Aciman / Kitap ve Film Yorumu Bir Arada


Adınla Çağır Beni/ André Aciman 
Sel Yayınları/ 246 sayfa
Çevirmen: Süha Sertabiboğlu






Filmekimi'nde ismi Beni Adınla Çağır olarak çevrilmiş, orijinali ise Call Me by Your Name olan filmin konusunu okuyunca aşırı heyecanlanmıştım. Ancak gösterimlerin hiçbiri benim programıma uygun gün ve saatte olmayınca izleyememiştim. Ardından izleyen tüm arkadaşlarımın beğendiğini görüp izlemeyi aklıma koydum. İzleyene kadar geçen süreçte bir şekilde kitabının da olduğunu öğrendim/hatırladım ancak bu erteledikçe ertelememe engel olmadı. Buna rağmen zaman içerisinde merakım arttı ve ilk gördüğüm yerde kaptım kitabı bunca ertelemenin ardından.

Ocak ayında ise finallerimin bitmesiyle akıcı bir roman okumak isterken, beni kendine çağıran kitap Adınla Çağır Beni oldu. Filmle kitabın isminin farklı olması dikkatinizi çekmiştir muhtemelen... Kendimce getirdiğim açıklama kitabın 2009 yılında Türkçe ilk baskısını yapması fakat filmin yakın zamanda çekilmesi. Ki uzun zaman kitabın ikinci baskıyı yapmadığı gibi bir gerçek de var, benim elimdeki baskı ikinci baskı ve 2016 yılının sonuna ait. Açıkçası bu beni şaşırttı çünkü ben kitabı çok çok sevdim. Gözümden kaçmasına, insanların gözünden kaçmasına şaşkınım.

Konusuna gelirsek, ailesinin yazlık evine her yaz mevsiminde bir kişi altı haftalığına ücret ödemeksizin konaklamaya gelir. Neden mi? Çünkü ana karakterimiz Elio'nun babası Arkeoloji alanında çalışan bir profesördür ve her sene başvuruda bulunan ve akademik düzeydeki çalışmalarına yoğunlaşan altı kişiden birini yalnızca onun yazışmalarına ve çalışmalarına yardım etmesi karşılığında ağırlar. Evinin kapısını açtığı gibi kasabanın kapısını da açmış olur. Hikaye İtalya'da bir sahil kasabasında geçiyor desem tepedeki güneşi hisseder misiniz? Ben hissettim. Denizin kokusunu aldım, kayısı ağaçlarını gördüm, Elio'nun zihninin içinde çınlayan sesleri okudum. Elio mu kim? Elio 17 yaşındaki anlatıcımızdır ve o yaz misafir olarak evlerinde ağırladıkları 24 yaşındaki Oliver'a bazı hisleriyle vuku bulur anlatısı. Kendini keşfedişi, çevresine bakışındaki değişimler, bence, kitabı anlamlı bir büyüme hikayesi haline getiriyor. 

Üstelik referanslarla dolu bir kitap bu. Müzikten resime, edebiyattan mimariye bir çok konuya göndermeler var kitapta. Müzik uyarlamaları yapan Elio'nun Bach'in bestelerini farklılaştırması, Stendal'ın kitaplarından birinin anılması, Celan'ın şiirine ve yahudiliğine yapılan gönderme, hikayenin seyrinde büyük etkisi olan Monet'nin taraçası ve San Clemente... Bunlar kitabı edebileştiren, Elio'yu daha fazla sevdiren detaylardı bence. Okurken belki yeterince masumane gelmeyecek bir hikaye bu ancak tüm davranışlarına karşın Elio'dan soğumanın mümkün olmadığını düşünüyorum. 

Kısacası kitaptaki her detayı ve karakteri çok sevdim. Bağrıma basmak ve asla bitirmek istemedim. Nitekim filmini vizyona girmeden birkaç gün önce Başka Çarşamba etkinliğinde izlemeye gittiğimde son sayfalarım henüz okunmamıştı. Gönül isterdi ki filmle kitabı kıyaslamayayım fakat kitabını benim kadar sevmiş birinin filme önyargılı yaklaşması normal sanırım ya da ben öyle olduğunu umuyorum.

Buradan sonrası kitap ile film arasında bir kıyas içereceği için spoiler kaçınılmaz olarak yer alacak yazıda. Kitabı okumuş ya da filmi izlemiş insanlar içindir devamı. Eğer yukarıdaki yazım sizlerde kitaba ya da filme karşı merak oluşturduysa şimdiden iyi okumalar ve iyi seyirler. :')

Filme karşı hem övgüm hem de yergim var. Övgülerimle başlayayım: kitabı okurken hissettiğim mekan tasvirleri hayal ettiklerime yakındı, daha da önemlisi özenli ve doğaldı. Bunun yanı sıra diyalog yazımında kitaba sadık kalınması beni çok mutlu etti izlerken. Özellikle Elio ile babasının konuştuğu bir sahne vardı ki, hayalimden bile güzeldi. Kitapta olaylar sırasız anlatıldığı için filmde sıralama ve çeşitlendirme, yani kurgu fazlasıyla iyiydi bence. Okurken Elio'nun gözünden baktığımız için olaylara, onun perspektifi hakimdi düşünme biçimim üzerinde, filmde ise Elio'yu anladığım gibi diğer karakterlere de eşit uzaklıktan bakıp benimseme olanağı yakaladım. 

Yergilerime gelirsem: Vimini NEREDE? Okurken en yüreğime yüreğime dokunan karakter filmde yoktu ve ben okurken Vimini'yi hiçbir görünümde hayal etmediğim için merakla bekliyordum filmde onunla karşılaşmayı, ancak filmde bu kadar güzel yazılmış bir karakter yoktu. Mekanların görsel açıdan göze bayram yaşattığını söylemiştim ancak bir yandan da mekanlar kitapla birebir örtüşmüyordu. Bencilce bir yergi olacak belki ama kitabın sadık bir okuru olarak anlatılanı aynen bekliyordum. Ve neden kitabın son 25 sayfası filmde işlenmemişti? Kötü bir son değildi ama eksikti bence. Hızlı akan sahnelerin kitaptaki her güzel şeyi içine alamadığı ise bir gerçekti. Yukarıda bahsettiğim referansların birçoğu filmde yer almamış, bu durum ise filmi yüzeyselleştirmiş diyebilirim ayrıca. 

Neden karşılaştırıyorsun ki diyebilirsiniz eğer buraya kadar okuduysanız. Bunu söyleyerek çok da haklı olursunuz ancak kitabı henüz bitirmemişken filmi izleyince üzerinizde bıraktığı etkiyi tartar ve yargılar oluyorsunuz sanırım. Bir müddet sonra kitabın etkisi azalınca filmi yeniden, bu sefer daha fazla keyif alarak izlemeyi planlıyorum. Umarım gerçekleşir. Yazımı okumadan önce yalnızca filmi izlediyseniz ve kitabı okumaya karar verdiyseniz yorumdan sonra iyi okumalar; tersi durumdaysanız ise şimdiden iyi seyirler efendim. :')

*Bu kadar yakınımda duran tüm bu tuhaf giysili insanları seyretmek hoşuma gitti; hepsi aynı temel şeyi paylaşıyordu: Geceyi sevmek, kenti sevmek, kentin insanlarını sevmek ve -herhangi birisiyle- bir araya gelmek için duyulan çoşkulu bir arzu. Burada bir araya gelmiş küçük insan gruplarının dağılmasını önleyen her şeye duyulan sevgi.

* "...Geri çekilmek, geceleri uykumuzu kaçırırsa korkunç bir şeydir, başkalarının bizi, unutulmak istemeyeceğimiz kadar kısa bir sürede unuttuğunu görmek de bunun kadar kötüdür. Biz olsak yapacağımızdan daha hızlı yapılan şeylerin ardından iyileşmek için kendimizden öyle çok şey fırlatıp atıyoruz ki, otuz yaşında iflas ediyoruz ve yeni birisiyle başladığımızda verecek pek bir şeyimiz kalmıyor. Ama bir şey hissetmemek için hiçbir şey hissetmemek... yazık!"

4 Şubat 2018 Pazar

Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt


 Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt
 Yapı Kredi Yayınları/ 172 sayfa







Üzerimdeki Mine Söğüt etkisini atamamışken daha, elimin sürekli aynı yazara gitmesi; canımın 'deli kadın'lar çekmesi olur iş miydi? Oldu işte. Yapı Kredi Yayınları'nın Taksim'deki iki katlı yeni binasına ilk ziyaretim bir Mine Söğüt kitabını koltuk altıma sıkıştırmamla sonuçlandı. Bu gerçekleştiğinde tabii aylardan Eylüldü, bundan dört aydan uzun bir zaman öncesi... Araya koca bir okul dönemi sıkıştırıp, kitaplara başlamakta becerikli bitirmekte beceriksiz olunca geldi Şubatı buldu okumamın sonu.

Okumakta beceriksizliğim her deli kadınla beraber benim de canımın delirmeler çekmesindendi belki de. Okudukça etkilendiğim; öykülerin başlarındaki şiirlerle ve illüstrasyonlarla beraber kendimi o tekrar eden kelimelere, cümlelere bir girdabın içinde kaybolmuşçasına kaptırdığım hikayelerdi. Kaybolmak bakiydi ancak bazı öykülerde içimdeki deli kadını diğerlerindeki kadar çok bulamadığımı da söylemem gerek. 

Genel temaya hakim olan; kadınlık, anneyle babayla ve sevgiliyle/eşle iletişim, toplumun baskısı ve bazı sanrılar sonucu kendini yitirme hali aslında deliliği şahane tanımlıyordu. Bazı hikayeler ise daha evrensel temalara dokunuyordu; savaşa, ülkenden kopmana ve memleketinden kendini orada öldürmek isteyebileceğin kadar 'erkek' bir şehre göçmene... Diğer hikayelerdeki kadar cesur bulmasam da bu temaları, anlatım gücü sayesinde etkisini yitirmediğini gizlersem haksızlık olur güzelim bu temadaki hikayelere. Böyle derli toplu anlatmaya çalıştığıma bakmayın yine de. Aslında karışıklığında kaybolup sonunda zar zor ucunu buluyordunuz düğüm olmuş ipliğin ve o bulunan ipliğe tutunup kendiniz yeniden anlamlandırıyordunuz hikayeleri. Yalan yok bazı hikayeleri ucunun bulunacağı bir ipliğin olmadığına inandığım için de sevemedim pek. Düğümü çözmek için birkaç kelime daha ya da bazı detaylar bıraksaydı Mine Söğüt daha fazla severdim o hikayeleri de eminim ki. 

Neticede yirmi bir öyküden oluşan bu öykü kitabından geriye aklıma kazınmış on öykü kaldı. On öykünün her biri bana içime sinen cümleler bıraktı. İçimizdeki müziğin değerini keşfetmiş o yaşlı kadın, kendini bir ağacın dalında tuhaf bir meyve haline getiren küçük bir kız, suya aşık bir kadın, bir odanın kokusundan yola çıkarak o evde daha önce kimin yaşamış olduğunu tahmin eden bir adam... Evet, evet bazı erkek karakterler de kadın karakterler kadar mühimdi aslında, ancak daha siliktiler. Daha neler, neler...

Ruhunuzu deliliğe teslim edecek kadar hazır hissediyorsanız, kadın ya da erkek olmanız fark etmez; Mine Söğüt'ün kalemi ile mutlaka kesişmeli yollarınız. Keyfi başka olan, kendine özgü bir sesle tanışmak için Deli Kadın Hikayeleri ile ya da Beş Sevim Apartmanı ile başlamanızı öneririm. Keyifli okumalar. :')

*Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki! Je veux seulement oublier... Ah doktorcuğum o şarkıyı alırken içimden dikkat et çok güzel bir cümle vardır, o düşmesin: Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir. Çocuğum hayat gerçekten muhteşemdir. Hayat bu kadar muhteşem olmasaydı çocuğum, o şarkıları söyleyecek, o şarkıları melodi melodi ezberleyecek şevki nasıl bulabilirdik değil mi ya!

*Yarım... yarım... yarım...
 Her şey yarım.
 Oysa ben tamım.